Perşembe, Mayıs 06, 2010

Theodor ADORNO - Minima Moralia (45-50)


Danca baskı kapağı

45
"Nasıl da hastalıklı görünüyor büyüyen her şey"—
Diyalektik düşüncenin şeyleşme eleştirisinin bir başka boyutu daha var: Bireysel olguları kendi yalıtılmışlıkları ve ayrılıkları içinde olumlamayı reddeder: Yalıtılmanın kendisini de evrenselin bir ürünü olarak görüyordur. Böylece hem manik sabitleşmeye karşı, hem de mutlak yargılarının bedelini konusunun özgül deneyimini yitirmekle ödeyen paranoid zihnin boş bir kabuk gibi dirençsizce sürüklenişine karşı bir panzehir olur. Diyalektiğin İngiliz Hegelcilerinin elinde ve daha çok da Dewey'nin gayretkeş pragmatizminde dönüştüğü şeye indirgenemeyeceği anlamına da gelir bu: Bir ölçü ve oran duygusu değildir diyalektik, her şeyin perspektif içine yerleşmesini sağlayan inatçı ve kunt bir sağduyu felsefesi değildir. Gerçi Hegel'in de Goethe'yle konuşmalarında, kendi düçımcesini üstadın Platoniznnine karçı savunurken ("[diyalektik] temelde her insanın doğasında bulunan bir muhalefet yeteneğinin, doğruyu yanlıştan ayırmamızı sağlayan bir yeteneğin düzenlenmesinden ve yöntemli bir biçimde geliştirilmesinden başka bir şey değildir") böyle bir görüşe yaklaştığı sanılabilir. Ama kendi kendini çelen bir hınzırlık da sezilir önerdiği formülün örtülü anlamında, çünkü "herkesin doğasında bulunan" şeylerden biri tam da sağduyunun reddidir; insanın en derin özelliklerinden biridir sağduyulu davranmaktan kaçınmak, hatta ona muhalefet etmek.

Sağduyu, belli bir durumda koşulların doğru değerlendirilmesi demektir ve pazarın terbiyesinden geçmiş bu dünyevj gözün diyalektikle bazı ortak yönleri yok değildir: Dogmalardan, dar kafalılıktan ve önyargılardan azadelik. Sağduyunun ayıklığı hiç kuşkusuz eleştirel aklın bir anını oluşturur. Ama onu bu aklın yeminli düşmanı yapan birözelliği de vardır: Tutkulu bağlanmalardan uzak durmak. Çünkü bütün genelliğiyle "kanaat" denen şey her zaman toplumun o andaki haline aittir ve somut içeriği de zorunlu olarak karşılıklı anlaşma ve kabullenişlerden oluşur. On dokuzuncu yüzyılda sağduyudan yardım isteyenin hep Aydınlanma karşısında bir vicdan rahatsızlığı yaşayan bayat dogmatizm olması ve J. S. Mill gibi yaman bir pozitivistin bile sağduyuya çatmak zorunda kalması bir rastlantı sayılamaz. Ölçü duygusu, kişiyi sadece yerleşik ölçüler ve değerler açısından düşünmeye de götürür. Akla davetin çoğu zaman akıldışının ilk başvurduğu mazerct olduğunu görmek için, bir egemen klik üyesinin "ama bu hiç önemli değil" deyişine bir kez bile tanık olmak veya burjuvanın aşırılıktan, histeriden, çılgınlıktan tam ne zaman söz açmaya başladığına dikkat etmek yeterlidir. Hegel, kudretli feodal beyin vergisine ve sürek avlarına katlanmayı yüzyıllar içinde öğrenmiş olan köylünün inatçılığıyla vurguluyordu çelişki ilkesinin sağlıklılığını. Daha sonraki egemenlerin "devranın değişmezliğiyle" ilgili pek sağlıklı görüşlerine dil çıkarmak ve onların "ölçülerinde" o muazzam ölçüsüzlük ve oransızlığın küçültülmüş bir imgeyle yansıdığını deşifre etmek de diyalektiğin görevidir. Diyalektik akıl, karşısında egemen akıl durduğu sürece, akıldışı olan şeydir: Ancak bu aklı içermek ve iptal etmekle kendisi de makulleşebilir. Bağnazlık, hatta sofistlik değil miydi, işçinin harcadığı emek süresiyle kendi yaşamını yeniden-üretmesi için gerekli olan süre arasındaki farkı tam da mübadele ekonomisinin orta yerinde gözlere sokmak? Eleştirilerini yüklediği arabayı atın önüne koşmamış mıydı Nietzsche? Karl Kraus, Kafka, hatta Proust, herbiri kendi tarzında, sahtelik ve önyargıyı silkip atmak için dünya imgesine önyargıyla yaklaşmadılar mı, onu çarpıtmadılar mı? Diyalektik de sağlık ve hastalık kavramlarının önünde eli kolu bağlı kalamaz - onların yavrusu olan akıl ve akıldışı kavramlarının önünde de. Egemen evrensel düzenin ve öne sürdüğü ölçülerin hasta olduğunu -sözcüğün en düz anlamında paranoya ile, "marazi dışayansıtma" ile malül olduğunu- bir kez gördükten sonra, iyileştirici hücrelerin de ancak o düzenin ölçütleri açısından hasta, egzantrik, paranoid, hatta "deli" olan şeylerde yaşayabileceğini anlar. Ortaçağda olduğu gibi bugün de krala doğruyu söyleyebilecek tek insan sarayın budalasıdır. Diyalektikçinin görevi de budalanın hakikatinin kendi mantığını bulmasına, kendi sınırlarına ulaşmasına yardımcı olmaktır-aksi halde o hakikat de ötekilerin sağlıklı sağduyusunun amansızca dayattığı hastalık uçurumunda yitip gider.


46
Düşünmenin ahlakı üstüne.
— Safdillik ile incelikli düşünme yeteneği o kadar sınırsızca birbirine dolanmıştır ki, birini ötekine karşı kullanmanın hiçbir yararı olamaz. Akıldışına tapanların ve her türden entelektüel madde koleksiyoncusunun yaptığı gibi, sistemsiz ve rastlansal bir mahareti yansıtan her şeyi göklere çıkarmak bayağılıktır. Safdilliği savunan düşünce ise kendini mahküm etmiş olur: Kumazlık ve hurafe oldukları yerde kalırlar. Dolaysızlığı -kendi içinde dolayımlanmış bir şey olarak görmek yerine- dolayımlı bir biçimde olumlamak, düşünceyi kendi karşıtının mazeretine, dolaysız yalana dönüştürmektir. Böyle bir çarpıtma, "hayat böyledir" vecizesinde dile gelen kişisel kuntluk ve aymazlıktan tutun da toplumsal adaletsizliğin bir doğa yasası olarak meşrulaştırılmasına kadar her türden kötü amaca hizmet eder. Ama buna dayanarak karşıt ilkeyi yüceltmek ve -benim de vaktiyle yaptığım gibi- felsefeyi bir incelikli düşünme yükümlülüğü olarak tanımlamak da daha yeğlenir bir tutum sayılmaz. Sorun, görmüş geçirmiş ve külyutmaz bir zekilik anlamında sofistikasyonun bilgi açısından güvenilmez bir araç olmasından ibaret değildir. Böyle bir zekilik, yaşamın pratik düzenlerine yakınlığı ve teoriye karşı kuşkucu tutumuyla, her zaman kendisi de faydacı amaçların ağırlığı altında ezilmiş bir safdilliğe dönüşebilir, evet - yine de tek sorun bu değildir. Sofistikasyonu teorik olarak daha benimsenebilir anlamıyla alıp da onu ufuk genişleten, tekil olguların ötesine geçen ve bütünü hesaba katan bir düşünme biçimi olarak tanımladığımızda bile gökyüzünde bir kara bulut kalır. Sorun da bu öteye geçiştedir zaten: Bu geçiş, tutunma ve oyalanmayı bilemeyiş, genelin tikel üzerindeki egemenliğinin böyle sessizce onaylanışı: İdealizmin hem kavramları hipostazlaştıran aldatıcılığının hem de gaddarlığının kaynağında bu yatıyordur. Daha tikeli kavradığı anda onu geçilecek bir durağa indirgemiştir idealizm ve sonunda da sadece düşünme planında gerçekleşen bir barışma adına acı ve ölümle kolayca uzlaşacaktır: Kaçınılmaza imza atmaya her zaman fazlasıyla hazır olan o burjuva insafsızlığı, son tahlilde. Bilgi, ancak tikelde uzun süre kalarak onun yalıtılmışlığını giderebilir; ufuk açmasının başka yolu yoktur. Bu da genelle bir ilişki demektir, doğru; ama burada sözkonusu olan, bir kapsama ilişkisi değildir - belki tam tersinin geçerli olduğu bile söylenebilir. Diyalektik dolayımlama, daha soyut olana başvurmak anlamına değil, somutun kendi içinde açılıp çözülmesi anlamına gelir. Kendi de sık sık fazlaca geniş ufuklar içinde düşünmüş olan Nietszche yine de farkındaydı bunun: "İki gözükara düşünür arasında dolayım kurmaya, aracılık etmeye çalışan kişi," diyor Şen Bilim'de, "kendi kendini bayağılaştırır: Benzersizi görecek gözler yoktur onda: Her yerde benzerlikler görmek, her şeyi aynı kılmak, zayıfgözlerin işaretidir." Düşünmenin ahlakını ne bir noktada sabitleşmiş ne de fazla mesafeli kalan bir çalışma tarzı temsil eder: Ne kördür, ne içi boş; ne atomistiktir, ne de iç tutarlılıktan ibaret. Makul insanlar arasında Hegel'in Fenomenoloji'sine bir "dipsiz uçurum" şöhreti kazandıran o iki ağzı da keskin yöntem, bu ahlakı en dolaysız biçimde ve çelişkisinin bütün derinliğiyle ifade eder: Olguların dış müdahaleden bağımsız olarak kendi başlarına - "safbir seyirin altında"konuşmalarını talep ederken, aynı anda özne olarak, düşünme olarak bilinçle ilişkilerinin de her an korunmasını öngören yöntemdir bu. Gelgelelim, böyle bir ahlaka bağlı kalmak şimdi daha da güçtür, çünkü kişinin kendini özne ile nesnenin özdeşliğine inandırınası artık imkansızdır - oysa Hegel'in gözlemle yorumun çelişen taleplerini gizleyebilmesini sağlayan da bu özdeşlik varsayımıydı. Bugün düşünürden beklenen, şeylerin hem içinde hem dışında olmasıdır-Münchhausen'in1 kendi saçlarından tutarak kendini bataklıktan çekip çıkarışı, bir yanda doğrulama öte yanda spekülasyon seçenekleriyle yetinmek istemeyen her türlü bilginin modelidir artık, Ama bu noktada maaşlı filozof sesini yükseltiyor ve belirgin bir bakış açısına sahip olmamakla suçluyor bizi.

47
De gustibus est disputandum.
— Sanat yapıtlarının karşılaştırılamayacağını bildiğini sanan kişi bile, sık sık, yapıtların, hem de en üst düzeyde yer alan ve bu yüzden kıyaslanması daha da güç olanların birbiriyle tartıldığı ve değerlendirildiği tartışmaların içinde bulur kendini. Genellikle zaptedilmez bir takıntılılıkla gündeme getirilen bu türden tartışmaların her şeyi endazeyle ölçen bir ticari içgüdüden doğduğu yolundaki itiraz, aslında sanattan daha akıldışı bir şey göremeyen aklı başında vatandaşın ciddi düşünme çabasını ve hakikat arayışını yapıtta harcamamak isteğinin ifadesinden ibarettir çoğu kez. Gelgelelim, bu değerlendirme takıntısının kaynağı da yapıtın kendisidir. Şu kadarı doğrudur: Karşılaştırılmayı reddederler. Birbirlerini silmek isterler. Antik çağın, uyumlu şeyler panteonunu sadece Tarılara veya İdealara ayırıp da hepsi birbirinin ölümcül düşmanı olan sanat yapıtlarını agon'a girmek zorunda bırakması boşuna değildir. Kierkegaard'ın hala inanabildiği türden bir "klasikler panteonu" kavramı, nötralize edilmiş kültürün bir kurmacasıdır. Güzellik ideasının ancak çeşitli yapıtlara dağılmış bir halde ortaya çıkabildiğine inansak bile, bunların her biri yine de uzlaşmaz bir tavırla güzelliğin bütününü tek başına ifade etmeye yönelecektir: Bütün üzerindeki hakkından vazgeçerek onun dağılmış olduğunu kabullendiği anda kendini de iptal etmiş olur. Güzellik, başka hiçbir şeye yer bırakmayan, doğru, görünüşten ve tekillikten kurtulmuş haliyle güzellik, kendini bütün yapıtların sentezinde, sanatların ve sanatın birliğinde değil, ancak fıziksel bir gerçeklik olarak ortaya koyabilir -bu da tastamam sanatın yıkılışıdır. Bütün sanat yapıtlarının amacıdır bu yıkım çünkü her biri bütün ötekilerin sonunu getirmek istiyordur. Sanatın amacının sanata son vermek olduğunu söylemekle bunu başka bir şekilde ifade etmiş oluruz sadece. Bize çok boş, çok beyhude gelen estetik tartışmalarını ateşleyip duran da, sanat yapıtlarına içkin olan bu kendini yoketme güdüsü, görünüşten kurtulınuş bir güzelliğe yönelme çabasıdır. Böyle tartışmalar, inatla estetik hakikati saptamaya çabalar ve böylece kendilerini çözümsüz bir diyalektiğin tuzağına sürüklerken, farkında olmadan asıl hakikate de dokunurlar: Sanat yapıtlarını kendilerine ait kılmak ve onları kavram katına yükseltmekle aslında hepsini kısıtlıyor ve böylece sanatın sonunun gelmesine, sanatın kurtuluşu demek olan bu sonun geltnesine hizmet ediyorlardır. Sanat yapıtlarının kısıtlılığını kırmaya yönelmeyen ve onları bu kısıtlılık içinde öylece kabullenen estetik hoşgörüyse onları ancak sahte bir yıkıma götürebilir: Her birinin bölünmez hakikat üzerindeki hak iddiasım inkareden bir yanyanalık.

48
Anatole France için. —
Yaşama açık olmak, en sıradan yerlerde bir güzellik bulmak ve hepsinden tad almak gibi erdemler bile şüpheli bir görünüm kazanmaya başlıyor. Eskiden, öznelliğin o taşkın bolluk çağında, nesne seçimi konusunda estetik bir kayıtsızlıkla birlikte her türlü deneyimden anlam çıkarabilme yeteneği, nesnel dünyayla bağlantılı olunmasını sağlıyordu; bu dünya, parçalarında bile, öznenin karşısına elbet bir hasım gibi ama yine de dolaysız ve anlamlı bir şey olarak çıkıyordu. Ama eşyanın yabancılaşmış egemenliği karşısında öznenin teslim bayrağını çekmeye yöneldiği bir evrede, her yerde değer ya da güzellik bulma hevesi, öznenin hem eleştirel yetilerini hem de bunların ayrılmaz bir yönü olan yorumlayıcı hayalgücünü bir yana bıraktığını gösterir. Her şeyi güzel bulanlar şimdi hiçbir şeyi güzel bulamama tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Güzelliğin evrenselliği, ancak tikele mıhlanmış özneye gösterir kendini. Seyredilen nesnenin dışındaki her şeye karşı aldırışsızlıkla, hatta küçümsemeyle dolu olmayan bakışın güzelliğe erişmesi imkansızdır. Ve varolanın hakkını verebilen de sadece karasevdadır: Varolan her şeye karşı gösterilen o haksız horgörü. Varolan benimsendiği ölçüde, bütün tek-yanlılığıyla, olduğu gibi kabul edildiği ölçüde, bu tek-yanlılıktan kurtarılarak bütünle barıştırılmış olur. Görebildiği tek güzellikte kendini yitiren göz, çaba ve zorunluluğun boyunduruğundan bir an için kurtulmuş gözdür. Yaratıldığı güne ait bir dinginliği de koruyordur nesnesinde. Ama tek-yanlılık dışardan dayatılan bir evrensellik bilinciyle iptal edilirse eğer, eğer tikel o vecd halinden apansız uyandırılıp da başka şeylerle tartılıp değiştokuş edilebilen bir şeye dönüştürülürse, bütünselliğin adaletli bakışı da her şeyi birbiriyle mübadele ve ikame edilebilir kılan o evrensel adaletsizliğin safına geçmiş olur. Böyle bir adalet, mit'in yaratılışa verdiği cezayı infaz ediyordur. Şüphesiz, hiçbir düşünce böyle bağlantılardan muaf değildir; hiçbiri sürekli kendi nesnesine mıhlanıp kalamaz. Ama geçişin tarzına bağlıdır her şey. İhlale dönüşmüş düşünceden gelir bela, evrensele kısa yoldan ulaşmak amacıyla nüfuz edilmez olanı çiğneyen düşünceden - oysa evrensel de içeriğini sadece o nüfuz edilmezlikte buluyordur, değişik nesneler arasındaki soyut denkliklerde değil. Şu bile söylenebilir: Hakikatin kendisi de tikelde oyalanmanın temposuna, sabrına ve ısrarına bağlıdır: Önce kendini orada tümüyle yitirmeden tikelin ötesine geçen, seyrine dalma suçunu işlemeksizin yargılamaya girişen düşünce, sonunda kendini boşlukta yitirir. Hiç ayrım gözetmeden hak dağıtan bir liberallik yokoluşla sonuçlanır - tıpkı azınlık haklarını çiğneyen ve böylece ilkelerine uygun davrandığı demokrasinin içini boşaltan bir çoğunluk iradesi gibi. Her şeye karşı ayrımsız bir şefkat, her birine karşı soğukluk ve yabancılık tehlikesini de getirir ve sonunda bütün karşısında da aynı aldırışsızlığın benimsenmesine yol açar. Gerçek adaletin ortamı adaletsizliktir. Sınırsız hayırseverlik her türlü şerrin de onaylanmasına dönüşür, çünkü iyiliğin izleriyle kötülük arasındaki farkı küçümsüyor ve onu bir genellik içinde eritiyordur - bir genellik ki varacağı tek sonuç, şu umutsuz burjuva-mefıstofelyen bilgelikten ibarettir: Gün yüzü gören her şey yok olmaya yargılıdır.1 En sıradan ve bayağı şeylerde bile güzelliğin tadına varmak, inatçı bir eleştiri ve ayrım düşkünlüğüne oranla çok daha soylu görünecektir herkese, çünkü aslında yaşamın düzeniyle daha büyük bir uyum içindedir.

Böyle bir savlamaya, yaşamın kutsallığının tam da en çirkin ve en çarpık şeyde ışıdığını belirterek karşı çıkmak mümkündür. Ne ki dolaysızca değil kırılmaya uğramış olarak gelir bu ışık bize: Sadece yaşadığı için güzel bulmak zorunda kaldığımız her şey, işte sırf bu zorunluluk yüzünden çirkindir. Burada başvurulan soyutlanmış yaşam anlayışı, baskıcı ve insafsız olandan, gerçekten ölümcül ve tahripkar olandan ayrılamaz. Yaşamı başlı başına bir amaç olarak gören ve ona tapınan anlayış, varolan baskıcı güçlere tapınmaya indirgenmiştir hep. Genellikle yaşamın ifadesi olarak görülen şeyler, o gürbüz doğurganlık, çocukların gürültülü koşuşmalan, ortaya değerli bir şey koyanların çabası, ve iştahın en katışıksız cisimlenişi olduğu için tapınılan anlık hislerinin güdümündeki kadın - bütün bu dirim belirtileri, mutlak biçimde anlaşıldığında, kendini körce öne sürerken başka bir imkanın da sönüp gitmesine yol açıyordur. Taşkın bir sağlık, kendi başına, hastalık da demektir her zaman. Panzehiri, kendinin ne olduğu bilen bir hastalıktır: Yaşamın biraz sınırlanması. Güzellik de böyle iyileştirici bir hastalıktır. Hayatı dondururken çürüyüşünü de durdurur. Ama yaşam adına hastalık reddedilecek olursa, kendi karşıt uğrağından yoksun bırakılan ve böylece hipostazlaştırılan yaşam da bu karşıta dönüşür: Yıkıcılık ve kötülük, saygısızlık ve yüksekten atma. Yıkıcılıktan nefret etmek için insanın yaşamdan da nefret etmesi gerekir: Çarpıtılmamış yaşamın ölümden başka imgesi yoktur. Anatole France, o kendine özgü aydınlanmacılığı içinde, farkındaydı bu çelişkinin. O yumuşak başlı M. Bergeret'den2 başkası değildir, "Hayır inanmıyorum," diyen: "Hayır. Organik yaşamın şu bizim sevimsiz gezegenimize özgü bir hastalık olduğunu düşünmeyi yeğlerim. Dayanılmaz bir şey olurdu, bu sonsuz evrende yemekten ve yenilmekten başka bir şey olmadığına inanmak." Burada dile gelen nihilist tiksinti, bir ütopya olarak insanlığın sadece psikolojik değil nesnel koşuludurda.

49
Ahlak ve zamansal sıralanış. —
Erotik çatışmanın bütün psikolojik yönleri edebiyatta işlendiği halde, çatışmanın en basit dışsal kaynağı sırf aşikarlığından ötürü dikkatlerden kaçmıştır. Daha önce başka birine bağlanmış olma durumundan söz ediyorum: Sevilen kişi, bazı içsel çatışkı ve ketlenmeler yüzünden değil, fazla soğuk olduğu ya da sıcak duygularını bastırdığı için değil, daha önceden başka bir bağlantısı olduğu için, üçüncü bir kişiye yer bırakmayan bir ilişkisi olduğu için reddediyordur bizi. Kişinin aslında bir duygular hiyerarşisine vereceği rolü soyut zamansal sıralanış kapar hep. Daha önce sözlenmiş olmakta, seçme ve karar verme özgürlüğünün yanı sıra, özgürlüğün iddialarıyla açıkça çelişen bir rastlantı öğesi de vardır. Meta üretiminin anarşisinden kurtarılmış bir toplumda bile, hatta asıl o toplumda, kişinin başkalarıyla tanışma sırasını belirleyen kurallar olamaz - böyle bir düzenleme, kişi özgürlüğüne yapılmış en dayanılmaz müdahale anlamına gelir. Öyleyse rastlansal olanın önceliğini destekleyen güçlü savlar da var demektir: Yeni gelen biri tarafından yerinden edilen kişi her zaman harcanmış, geçmişte paylaşılan bir yaşam iptal edilmiş ve deneyimin kendisi silinmiştir. Zamanı geriye döndürmenin imkansızlığı, nesnel bir ahlak ölçütü de oluşturur. Ama tıpkı soyut zamanın kendisi gibi, bu ölçüt de mit'le sıkıca ilişkilidir. Zamanın bir boyutu olan dışlayıcılık, kendi içkin yasası gereğince, kapılarını dışarıya sımsıkı kapamış grupların ve sonunda büyük sermayenin tekelci egemenliğine yol açar. Yaşadığı aşk ve şefkati yeni gelen birine kaptırma korkusu içinde yaşayan bir aşıktan daha dokunaklı bir şey yoktur: En değerli mülkü olan çünkü aslında mülk edinilemeyen sevgiyi yeni birine sırf yeni olduğu için bırakmak zorunda kalacaktır ve rakibine bu yeniliği veren de kendisinin daha eski olmasından başka bir şey değildir. Ama işte bu dokunaklı duygu -üstelik bu yoksa her türlü sıcaklık ve korunma da ortadan kalkar - bir kez başladığında geri dönülmesi imkansız gibi duran bir yolun da çıkış noktasıdır: Küçük erkek çocuğun kendinden küçük kardeşine yüz vermemesi ve yatılı okul öğrencisinin "efemine" arkadaşını horlamasıyla başlayıp Ari ırktan olmayan insanları Sosyal Demokrat Avustralya'nın dışında bırakan göç yasalarına ve Faşist yönetimlerin de ırksal azınlıkları her türlü sıcaklık ve korunma duygularıyla birlikte imha etmelerine kadar uzanan bir yol. Nietzsche sadece bütün iyi şeylerin bir zamanlar kötü şeyler olduğunu biliyordu: Ama en iyi, en yumuşak şeyler de, bir kez kendi ağırlıklarıyla yol almaya başladıktan sonra, akıllara sığmaz bir hunharlıkla sonuçlanma eğilimindedirler.

Bu dolantıdan bir çıkış yolu bulmaya çalışmanın kimseye pek yararı olmaz. Ama bütün diyalektiğin işlemeye başladığı o ölümcül anı elbette tanımlayabiliriz. Önce gelenin dışlayıcı niteliğidir her şeyi başlatan. İlk ilişki, basit dolayımsızlığı içinde, soyut zamansal ardışıklığı çoktan varsayıyordur. Tarihsel olarak, zaman kavramının kendisi de bir şeyin mülk ediniliş sıralaması temelinde oluşmuştur. Ama sahip olma arzusu, zamanı bir yitirme korkusu olarak, geri alınamayacak her şey karşısında duyulan bir korku olarak yansıtır. Varolan her şey, olası yokluğu açısından görülür ve yaşanır. Onun tam olarak mülk edinilmesini ve böylece dondurulduktan sonra başka eşdeğerli mülklerle değişilebilecek işlevsel bir şey olmasını sağlayan da sadece budur. Tam bir mülk haline geldikten sonra sevilen kişinin artık yüzüne bakılmaz. Aşkta soyutlama, dışlayıcılığın tamamlayıcısıdır; bu dışlayıcılık da, aldatıcı biçimde, soyutun karşıtı olarak, bu tek ve eşsiz varlığa bağlılık olarak gösterir kendini. Ama işte böyle bir sahiplenme, sırf onu bir nesne haline getirdiği için nesnesine olan bağlılığını da yitirir ve "benim" durumuna düşürdüğü kişiyi yarı yolda bırakır. Eğer insanlar mülk olmasaydı, başkalarıyla değiştirilmeleri de mümkün olmazdı. Sahici aşk özgül olarak ötekine seslenir ve sahipliğin yansımış imgesi olan kişilik putuna değil, sadece sevilen çizgi ve özelliklere bağlanır. Özgüllük dışlayıcılık anlamına gelmez: Bütünlük hırsı yoktur onda. Ama bir başka anlamda yine de dışlayıcıdır: Onunla çözülmez bir biçimde bağlantılı olan deneyim, kişilerin değiştirilmesini yasaklamasa da, ilişkinin özü böyle bir şeyi imkansızlaştırır. Somut ve özgül olanı koruyan şey onun yinelenemez oluşudur; farklı olanı hoşgörmesinin nedeni de budur. İnsanlarla mülk ilişkileri kurulmasının ve önce gelenin dışlama hakkı kazanmasının temelinde şu pek derin bilgelik yatıyordur aslında: Hepsi de nihayet insandır ve hangisi olacağı önemli değildir. Böyle bilgeliklere gönül indirmeyen bir sevginin sadakatsizlikten korkmasına da gerek kalmaz, çünkü vefasızlığa karşı güvencesi yine kendisidir.

50
Boşluklar.
— Düşünsel namus çağrısı çoğu zaman düşüncenin sabote edilmesi anlamına gelir. Kendisini vardığı sonuca götüren bütün adımları açıkça göstermeye zorlanmaktadır yazar. Böylece her okuru süreci izleyebilecek ve mümkünse -akademik endüstride- taklit edecektir. Her düşüncenin evrensel iletilebilirliğine ilişkin o liberal kurmacaya dayanan böyle bir talep düşüncelerin nesnel olarak uygun ifadelerini ketler; ama bunun ötesinde, bir sunuş ilkesi olarak da yanlıştır. Çünkü bir düşüncenin değeri, bilinenin devamlılığına olan uzaklığıyla ölçülür. Bu mesafe kapandıkça düşünce de nesnel olarak değer yitirir; varolan standarda ne kadar yaklaşırsa antitez oluşturma işlevi de o kadar azalır - oysa düşünceyi düşünce yapan şey de kendi yalıtılmış varlığı değil, karşıtıyla kurduğu bu bağlantıdır. Telaşla her adımı kaydetmeye çalışan metinler sonunda bayağılığa ve sadece okurda yarattıklan gerginlikten değil, daha çok kendi tözlerinden gelen bir monotonluğa düşerler. Örneğin Simmel'in yazılarının zaafı, sıradışı konularıyla bıktırıcı ölçüde açık anlatımları arasındaki oransızlıktır.1 Muğlak derinlikle sıradanlık arasındaki ittifakı da açığa vurur bu metinler-Simmel'in, akılalmaz bir yanılgıyla, Goethe'de bulduğunu sandığı bir ittifak. Ama hepsi bir yana, düşünsel namus talebinin kendisi namuslu değildir. Bu çok şaibeli çağrıya bir kez olsun uyarak, düşünme sürecini sunuşa da yansıtmaya çalıştık diyelim: Bilginin Tanrı katından inişinde ne kadar adım adım ilerleme varsa bunda da o kadar olacaktır. Bilgi, aslında, önyargılardan, kanılardan, apansız cesaretlenmelerden, kendi kendini düzeltmelerden, ön varsayım ve abartılardan oluşan bir ağın içinden gelir bize; yoğun, sıkışık, köklü, ama yine de her an saydam olmayan o deneyim süreci içinden gelir. "Zihnimizin erişebileceği o açık ve su götürmez bilgiye ulaşmak için" sadece nesnelere yönelmemizin yeterli olduğu söyleyen Kartezyen kural, varsaydığı bütün düzenlilik ve hedeflilikle, bu deneyim sürecinin çok yanıltıcı bir resmini sunmuştur bize - tıpkı karşısında yeralan ama aslında onunla çok derinden ilişkili olan özlerin görülenmesi doktrini gibi.2 Eğer bu doktrin her şeye karşın bütün düşüncelerde etkisini hissettiren mantığın hakkını vermiyorsa, Kartezyen kural da mantığı, bilen öznenin bilinçli yaşamının tümü içinden dolayımlamak yerine, her tekil düşünce ediminde belirebilecek bir dolaysızlık hali olarak alıyordur. Ama burada derin bir yetersizliğin itirafı da gizlidir. Çünkü namuslu ve dürüst düşünceler sonuçta basit tekrardan başka bir şey değilse eğer, ister daha önceden zaten ortada olanın tekrarı olsunlar ister kategorik biçimlerin, o zaman nesnesiyle bağlantılı kalmak adına kendi mantıksal sürecinin mutlak saydamlığından fedakarlık yapan düşünce de hep bir suçluluk duygusu taşıyacak demektir. Mantıksal yargı biçimini kabullenmekle girilmiş olan taahhüte ihanet ediyordur. Bu yetersizlik, yaşam çizgisinin kendi yetersizliğini andırır: Sık sık duraksayan ve sağa sola savrulan bir çizgi, çıkış noktasına oranla hayal kırıklığı yaratan, olabileceğinden hep daha az olan, ama boyunduruksuz bir yaşamı da varoluşun verili koşullarında ancak katetmiş olduğu bu gerçek yolla temsil edebilecek bir çizgi. Eğer bir yaşam kendi misyonunu dolaysızca gerçekleştirseydi, onu kaçırmış olurdu. Geç yaşta ve görünüşte lekesiz bir başarıya sahip olduğu bilinciyle ölen kişi, sırtında görünmez bir çantayla yaşamın bütün aşamalarından hiç boşluk bırakmadan ve hiçbir şeyi ihmal etmeden sıyrılan o Örnek öğrenciyi anımsatır. Buna karşılık, kof ve beyhude olmayan her düşünce, tam olarak meşrulaştırılmasının imkansızlığını bir yara izi gibi taşıyacaktır üzerinde: Tıpkı yatakta geçireceğimiz mutlu bir sabah adına kaçırdığımız o matematik dersinin hiçbir zaman telafı edilemeyeceğini bize söyleyen düşlerimiz gibi. Düşünce, bir sabah kaçırılmış olanın anısıyla uyandırılmayı bekler - ve böylece öğretiye dönüşmeyi.

Hiç yorum yok: