Perşembe, Mayıs 06, 2010

Theodor ADORNO - Minima Moralia (40-44)


Romence baskı kapağı

40
Ondan hep söz et, ama hiç düşünme
.—Bugün derinlik psikolojisi, filmlerin, acıklı TV dizilerinin ve Horney'nin2 de yardımıyla en kuytu köşelere bile nüfuz ettiğine göre, insanların kendileriyle yüzyüze kalmalarının ve kendilerini yaşamalarının son olanağı da örgütlenmiş kültür tarafından ortadan kaldırılmış demektir. Paketlenmiş aydınlanma, sadece doğaçlama düşünceleri değil, (güçleri, mal oldukları acıya ve emeğe denk olan) analitik içgörüleri de fabrika ürünlerine dönüştürür - tıpkı ortodoks yöntemin3 formüllere indirgemeye zaten yatkın olduğu bireysel tarihin acılı sırlarını birtakım orta malı davranış kalıplarına dönüştürdüğü gibi.



Rasyonalizasyonlardan arınmanın kendisi böylece bir rasyonalizasyon haline gelir. Camia üyeliğine kabul edilenler, bir öz-bilinç kazanmaya çalışmak yerine, bütün içgüdüsel çatışkıları aşağılık kompleksi, anne takıntısı, dışa dönüklük ve içe dönüklük gibi kavramlar altında toplamakta ustalaşırlar; oysa bu kavramların sözkonusu çatışkılara ulaşması imkansızdır. Artirit ya da sinüzit dertlerinden pek farklı olmayan bir sorunla uğraşıldığı düşüncesi, benlik uçurumu karşısında duyulan dehşetin savuşturulmasını sağlar. Böylece çatışkıların tehdidi de hafıfletilmiş olur. Yapılan, bu çatışkıların tedavisi değil, kabullenilmesidir sadece: Standartlaştırılmış yaşamın yüzeyine, kaçınılmaz bir öğe gibi dahil edilirler. Aynı zamanda, genel bir kötülük olarak, bireyi doğrudan doğruya toplumsal merciyle özdeşleştiren mekanizmanın da parçası oluyordur bu çatışkılar (normal sayılan bütün davranışlar çoktandır bu merciye bağlanmıştır). Böylece, başarı şansı zaten kesin olmayan katharsis'in yerini, kişinin bütün zaaflarıyla birlikte çoğunluğun tipik bir temsilcisi olmaktan duyduğu haz alır. Kişi, eski sanatoryum sakinleri gibi, ilginç bir patolojik vaka olmanın prestijini kazanmak yerine, sırfkendi zaaflarına dayanarak çoğunluğa dahil olduğunu kanıtlamaya ve böylece kolektifın gücünü ve enginliğini kendine aktarmaya yönelmiştir. Benliğin çürüyüşüyle kendi libidinal nesnesinden yoksun kalan narsisizm de artık bir benlik olmamanın mazohist hazzına bırakır yerini: Benliksizlik, yükselen kuşağın gözü gibi koruduğu belki tek maldır, komünal ve dayanıklı bir mal. Şeyleşme ve standartlaşmaların alemi böylece kendi nihai çelişkisini -anormal ve kaotik sayılanı- içerecek kadar genişler. Ölçülmez ve kıyaslanmaz olan, tam da bu niteliğiyle, ölçülen ve kıyaslanabilen bir şey haline gelir; birey, kamusal olarak tanınan şu veya bu kalıbın içinde sınıflandıramadığı her türilü tepki ve dürtüden nerdeyse büsbütün yoksundur şimdi. Ancak, bu dışsal olarak benimsenen ve sanki kişinin kendi dinamiğinin ötesinde gerçekleşen özdeşleşme, sonunda dürtünün sadece bilincini değil kendisini de ortadan kaldırır. Dürtü, standart uyarımlar karşısında standart atomların verdiği reflekstir artık, isteğe bağlı olarak başlatılıp durduruluyordur. Dahası, psikanalizin kendisini de etkisizleştirip gereksizleştirir bu kalıplaşma: Kısmen reddedilip kısmen onaylanan cinsel saikler, böylece tümüyle zararsız ama bir o kadar da önemsiz hale gelirler. Uyandırdıkları korkuyla birlikte verebilecekleri haz da siliniyordur. Böylece psikanaliz tam da bize anlatmaya çalıştığı o ikame işleminin, kişiye uygun bir süperego yerine dışsal ve zorla kabullenilmiş bir süperegoyu geçiren o sürecin kurbanı olur. Burjuva özeleştirisinin büyük vizyonlu son teoremi de, bu nihai evresinde, burjuva özyabancılaşmasını mutlaklaştırırken, daha iyi bir gelecek umudunun kaynağı olan o eski yaranın soluk anısını da silen bir cihaza dönüşmüştür.

41

İçerde ve dışarda
.
— Taassup, tembellik ve çıkar hesapları, felsefenin gittikçe daralan bir akademik hendekte düşe kalka ilerlemesine hala imkan tanıyor; ama orada bile onun yerine örgütlenmiş totolojiyi koyma çabalarının arttığını görmek zor değil. Maaşlı derinlik çarkına girenler, tıpkı yüz yıl önce olduğu gibi, kariyerlerini borçlu oldukları meslektaşları kadar safdil olmak zorunda kalıyorlar. Ancak, böyle bir zorunluluktan -ve bunun sonucunda azametli konularla kuşbeyinli icra arasında beliren çelişkiden- kaçınmak isteyen akademidışı düşüncenin yüzyüze olduğu tehlike de daha hafif değil: Pazarın basıncı, Avrupa'daki akademisyenlerin hiç değilse bir ölçüde muaf olduğu o ekonomik baskı. Yazarlıkla geçinmek isteyen felsefecinin her an aşırı değerli ve nadir bir şey sunması ve kürsü tekeline karşı seçkinlik tekelini çıkarması gerekiyor. Allamelerin çıkardığı o iğrenç "entelektüel vecize" pratiğinin, muarrızlarına da yayıldığını görüyoruz şimdi. Kendisinden sürekli parlak buluşlar bekleyen yayın yönetmeninin taleplerini karşılamaya çabalayan ilkesiz gazete yazarının1 yaptığı, Kozmogonik Eros ve benzeri gizem öyküleriyle, tanrıların metamorfozuyla ve Yuhanna'ya Göre İncil'in sırrıyla ilgili bütün yapıtların altında yatan o sessiz yasayı açıkça seslendirmekten başka bir şey değildir. Akademi dışı felsefecinin yaşam tarzı olarak benimsemek zorunda kaldığı o gecikmiş bohemlik bile, sırf kendi başına, antikacılığın, sözde marjinal dinselliğin ve yarı-tahsilli tekkeciliğin dünyasıyla felsefeci arasında Ölümcül bir yakınlığın doğması için yeterlidir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde belli bir tinselliğin serası olmuştu Münih: Bu tinselliğin akademik rasyonalizme karşı protestosuyla başlayıp karnavallardan geçerek Faşizme varan yol, belki de ihtiyar Rickert'in ruhsuz sistemiyle Hitler arasındaki yoldan bile kısaydı. Düşüncenin gittikçe artan örgütlenişinin gücü o kadar büyük ki, sürecin dışında kalmak isteyenler de hınçlı bir kibre, giderek kendi reklamlarını yapmaya sürükleniyor ve sonunda iyice yenik düştüklerinde de düpedüz sahtekarlığa başvurmak zorunda kalıyorlar. Akademisyenlerin sum ergo cogito ilkesini savunmalarına ve açık sistemde agorafobiye, Dünyada-Varlık'ın Atılmışlığında da ırksal topluluğa kapılmalarına karşılık, muarrızları da -eğer olağanüstü uyanık değillerse- grafolojiye ve ritmik cimnastiğe sürükleniyorlar.

İlkinde hakim figür saplantılı tipse eğer, ikincisinde de paranoyak karakterle karşılaşıyoruz, Olgusal araştırmalara karşı şiddetli bir düşmanlık, bilimselciliğin en değerli şeyleri gözden kaçırdığına ilişkin çok da meşru bir eleştiri, safdil kaldığı ölçüde, sıkıntısını duyduğu bölünmeyi daha da ağırlaştırır. Bu tavır, ötekilerin kendilerine siper olarak kullandıkları olguları kavramak yerine aceleyle eline geçirebildiği olgulara sarılmakta ve apokrifal bilgiyle,4 bağlamlarından koparılıp mutlaklaştırılmış birkaç kategoriyle ve kendi kendisiyle oyunlar oynamaya kalkışırken o kadar eleştirisiz ve gözü kapalı davranmaktadır ki, sadece bazı su götürmez olguları göstermek bile onu mat etmek için yeterli olmaktadır. Sözümona bağımsız düşüncede eksik olan da bu eleştirellik öğesidir. Dış kabuğun içinde gizlenen kozmik sırrın vurgulanması, ikisi arasındaki ilişkinin saptanmasına yanaşılmadığı ölçüde, kabuğun da sorgusuz sualsiz kabullenilmesine yol açar. Güncel entelektüel ortam, boşluktan alınan zevkle doluluk yalanı arasında bir üçüncü yola izin vermemektedir.

Yine de, denenmiş yoldan kaçınan bakış, hunharlıktan nefret, henüz genel şemanın içine alınmamış taze kavramlar bulma çabası, düşüncenin de son umut kapısıdır. Herkesi sorumlu ve emre amade kılan bir entelektüel hiyerarşide, ancak sorumsuz ve başına buyruk tavır hiyerarşinin hiyerarşi olduğunu dolambaçlara sapmadan söyleyebilir. Entelektüel marjinalleri yara bere içinde bırakan dolaşım alanı, satılığa çıkardığı zihne son bir sığınak açıyor - tam da sığınağın aslında mümkün olmadığı bir anda. Hiç kimsenin almak istemediği emsalsiz şeyi satışa sunan kişi, bunu istememiş olsa bile, mübadele yasasından özgürleşmiş olmayı temsil etmektedir.

42




Serbest düşünce.

— Bilimin felsefeyi yerinden etmesi, Hegel'e göre felsefeye ancak birlik halindeyken hayat verebilecek olan iki öğenin birbirinden kopmasına yol açmıştır: Düşünme ve spekülasyon. Hakikat dünyası, hayalden arınmış soğuk bir tavırla düşüncenin belirlenimlerine teslim edilmekte ve bu geniş alan içinde spekülasyona sadece hipotezler oluşturmasına yetecek ufacık bir yer ayrılmaktadır; üstelik bu hipotezler de iş saatleri dışında tasarlanmalı ve bir an önce sonuç vermelidir. Ne var ki, spekülatif alanın, bu bilimdışı biçiminde, evrensel istatistiğin hırgüründen uzakta, hiç zedelenmeden korunmuş olduğunu sanmak da büyük gaflet olur. Düşünceden kopmanın bedeli ağırdır spekülasyon için. Ya geleneksel felsefi şemaların pek uysal bir yankısı durumuna düşer, ya da körleşmiş olgulardan uzak kalmaya çalışırken bir özel dünya görüşünün suya sabuna bulaşmayan gevezeliğine sapar. Ama bununla bile tatmin olmayan bilim, spekülasyonu kendi amaçlarına alet edecektir. Psikanalizin başlıca kamusal işlevlerinden biri de burada ortaya çıkar. Ortamı ve aracı serbest çağrışımdır. Hastanın bilinçdışına giden yol, onu düşünme sorumluluğundan vazgeçmeye ikna ederek açılır. Analitik teorinin oluşumunda da aynı yol izlenmiştir: İster teori kendi bulgularını bu çağrışımların ilerleme ve tıkanmalarıyla test etsin, isterse analistlerin (üstelik Groddeck gibi en yeteneklilerini kast ediyorum burada) sadece kendi çağrışımlarına güvenmelerine izin versin, durum değişmez. Bir zamanlar kürsüde Schelling ve Hegel'in müthiş bir zihinsel yoğunlaşmayla yaptıkları şeyin bu kez divanda gerçekleştirilen daha gevşek bir performansı sunuluyordur bize: Görüngünün deşifre edilmesi. Ama bu gerilim azalması düşüncenin kalitesini de etkiler: Fark, vahiy felsefesi3 ile kaynana dedikodusu arasındakinden az değildir. Eskiden "malzemesini" kavram düzeyine çıkarma yükümlülüğünü taşıyan o düşünce devinimi bugün kendisi bir kavramsal düzenlemenin malzemesi durumuna düşürülmüştür. Kişinin fıkirleri, uzmanların ona "zorlantılı karakter", "ağızsal tip" veya "histerik" tanısı koymasına yaramaktadır sadece. Sistemli düşünceden ve rasyonel denetimden uzaklaşmasının sonucu olan o sorumluluk kaybı yüzünden spekülasyon da şimdi bir inceleme nesnesi olarak bilime teslim edilmekte, ama böylece kendi öznelliğiyle birlikte biliminki de sönüp gitmektedir. Düşünce, analizin idari mekanizmasının kendisine bilinçdışı kökenlerini anımsatmasına izin verdiği için, düşünce olmayı da unutur. Doğru yargı iken nötr maddeye dönüşür böylece. Kavramlaştımıa görevini yerine getirerek kendi üzerinde denetim kuracağına, acizce doktora teslim olur; doktor da zaten herşeyi biliyordur. Böylece ezilir spekülasyon: Sınıflandırılmış departmanlardan birinde yerini alır, hiçbir şeyin değişmediğini kanıtlayan bir olgudur artık.

43
Haksız yıldırma. —
Nesnel doğrunun ne olduğuna karar vermek kolay değildir, evet; yine de insanlarla ilişkilerimizde bu gerçeğin gözümüzü korkutmasına izin vermemeliyiz. Kişiyi böyle yıldırmak için, ilk bakışta inandırıcı da gelen birtakım ölçütler kullanılır. En sık başvurulanlardan biri, söylediğiniz şeyin "fazla öznel" olduğu suçlamasıdır. Makul insanlar topluluğunun öfkeli korosununda yankılandığı bu sert uyarı, bir an için, uyarıyı yapana bir tatmin duygusu da verebilir. Öznel ve nesnel kavramları tümüyle yer değiştirmiştir oysa. Nesnelle kast edilen, olguların tartışma yaratmayan yönüdür; sorgulamadığımız izlenime, sınıflandırılmış verilerden oluşan yüzeye, demek aslında öznel olana nesnel deniliyordur şimdi; öznel dedikleriyse, bu yüzeyi delen, konunun özgül deneyimini üstlenen, bütün hazır yargıları bir yana atan ve nesnenin kendisiyle bağlantıyı -hakkında düşünmek şöyle dursun- yüzüne bile bakmayanların çoğunluk mutabakatına yeğleyen, demek aslında nesnel olan her şeydir. Öznel göreceliğe yöneltilen biçimsel itirazın kofluğunu anlamak için onun kendi özgül alanına, estetik yargı alanına bakmak yeter. Bir sanat yapıtının onda bıraktığı izlenimi tam olarak tanımlayabilen kişi, bu izlenimden aldığı güçle yapıtın disiplinine, içkin biçim yasasına, yapısının zorlayıcılığına gönüllü olarak boyun eğmeyi başardığında, yaşadığı deneyimin öznel niteliğiyle ilgili itirazın da acınası bir yanılsama gibi bir anda silinip gittiğini görecektir: Çok öznel bir tutkuyla konunun merkezine doğru attığı her adım, ancak böyle deneyimleri öldürmek pahasına bilimsellik statüsüne özenebilen "üslup" gibi şeylerin o pek kapsamlı ve pek destekli analizleriyle karşılaştırılamayacak kadar büyük bir nesnel güç içerir. Nesnelliğin onu yöneten özneler tarafından hesaplandığı şu pozitivizm ve kültür endüstrisi çağında büsbütün geçerlidir bu. Bu ortamda, akıl da penceresiz bir mizaçlar hücresine kapamıştır kendini. İktidar sahipleriyse çok keyfî bir biçimde keyfilikle suçlamaktadır bu davranışı. İstedikleri, öznenin güçsüz kalmasıdır; çünkü sadece bu öznelerde kendisine bir korunak bulan nesnellikten ölümüne korkuyorlardır.

44

Post-Sokratikler için.
— Eskiden adına felsefe dedikleri şeyi sürdürmek isteyen entelektüel için tartışmalarda -hatta kendi akıl yürütmelerinde- haklı çıkmayı istemek kadar yakışıksız bir davranış olamaz. Haklı olma isteği, en incelikli mantıksal düşünme biçimlerinde bile, o sağ kalma ilkesinin ifadesidir; oysa felsefe de tastamam bu ilkenin yenik düşürülmesini amaçlamıştır. Bir adam tanırdım; epistemolojiyle doğa ve insan bilimlerindeki bütün şöhretleri peşpeşe davet edip hepsiyle kendi sistemini tartışıyor ve hiçbiri bu sistemin formalizmine daha fazla itiraz edecek cesareti bulamadığında da savının yüzde yüz sağlam olduğuna inanıyordu. Felsefenin ikna sanatının jestlerini çok uzaktan bile olsa andırdığı her durumda böyle bir safdillik vardır. İkna jestleri, bir universitas literarum varsayımına, birbiriyle bağ kurabilen zihinler arasında bir önsel anlaşma olduğu düşüncesine, demek apaçık bir konformizme dayanır. Susma haklarını hiç kullanmamakla ünlü felsefeciler, katıldıkları söyleşilerde, tartışmayı hep kaybetmeye çalışmalıdırlar - ama muarızlarının savının da yanlış olduğunu ortaya koyacak bir biçimde. Amaç, çürütülmesi imkansız mutlak doğrulara ulaşmak olmamalıdır, çünkü bunlar sonuçta totolojiye indirgenir; asıl hedef, öne sürülen düşüncelerin doğruluğunu sorgulayan sorunun kendi kendini de yargılamasını sağlayacak sezişler geliştirmektir. Bunu söylemekle, akıldışını yücelten bir felsefeyi, meşruluğunu sadece vahye duyulan sezgisel bir inançtan alan birtakım keyfî postülaları savunmuş da olmayız. Aksine, tez ve akıl yürütme arasındaki farkın ortadan kaldırılmasıdır hedeflenen. Diyalektik düşünüş, bu açıdan, akıl yürütmenin bir tez keskinliği kazanması ve tezin de gendeki mantığın tamamına sahip çıkması anlamına gelir. Konunun kendisine ait olmayan her türlü birleştirici kavram, hertürlü bağlantı ve yardımcı mantıksal işlem bir yana bırakılmalı, nesnenin deneyimiyle dolu olmayan bütün ikincil geliştirmeler dışlanmalıdır. Bir felsefe metninde her önermenin merkeze eşit uzaklıkta durması gerekir. Hegel hiç böyle bir şey söylememiştir, ama çalışma tarzının tamamı böyle bir niyete işaret eder. Bu türden bir çalışma tarzı, herhangi bir başlangıç ilkesi tanımadığına göre, ikincil veya çıkarsanmış olan hiçbir şeye de gönül indirmemek durumundadır; öyleyse dolayım kavramını da biçimsel bağlantılardan nesnenin kendi tözüne aktarıyor ve böylece nesneyle onu dışardan dolayımlamaya yönelen düşünce arasındaki farklılığın üstesinden gelmeye çalışıyordur. Hegel'in felsefesinde böyle bir niyetin tam olarak yerine getirilmesini önleyen sınırlar, bu felsefenin doğruluğunun da sınırlandır: Prima philosophia’nın kalıntıları: Öznenin, herşeye rağmen, "ilksel" ve "öncelikli" olduğu varsayımı. Diyalektik mantığın görevlerinden biri, düşüncenin her türlü savunmacı jestiyle birlikte, çıkarsamacı bir sistemin son izlerini de silmektir.

Hiç yorum yok: