Perşembe, Mayıs 06, 2010

Theodor ADORNO - Minima Moralia (17-21)




17

Mülkiyet hakları.
— Geçmişte, pazar ilişkilerini hesaplayabilen kişinin kendi yaşamını belirlemesi bir ölçüde mümkündü. Bugünse böyle bir şey için anlamlı bir çerçeve yok. Üstelik herkes için geçerli bu. Ne kadar güçlü olursa olsun, ilke olarak herkes bir nesne durumunda şimdi. Generallik mesleği bile artık yeterli korunma sağlayamıyor. Faşist çağda hiçbir anlaşma genel kurmay karargahını hava saldırılarına karşı güvenceye alacak kadar bağlayıcı değil; geleneksel ihtiyatlılıklarına bağlı kalan generalleri ise Hitler ipe çektiriyor, Çan Kay Şek kurşuna dizdiriyor. Bütün bunlara bakarak şu sonuca varabiliriz: Sağ çıkmak isteyen kişi -sağkalmanın tuhaf, saçma bir yanı da var o ağrılı düşleri andınyor biraz, dünyanın sonunu yaşayıp da sonradan bir evin bodrum katından sürüne sürüne çıktığımız düşleri- her an kendi yaşamına son vermeye de hazır olmalıdır. Zerdüşt'ün "özgürce seçilmiş ölüm"ü öngören o coşkulu, şen doktrininin vardığı kasvetli hakikat budur. Özgürlük daralıp büzülerek saf olumsuzluğa dönüşmüş, art nouveau günlerinde "güzel ölüm" olarak bilinen şey de, ölümden çok daha korkunç şeylerin olduğu bir dünyada, yaşamanın sonsuz alçalışıyla ölmenin sonsuz azabını kısa kesme isteğine indirgenmiştir. - İnsanlığın nesnel sonu, sadece başka bir adıdır bunun: Birey olarak bireyin, insan türünü temsil ederken, türü gerçekleştirmesini sağlayabilecek özerkliği yitirdiğini anlatmaktadır.

18

Evsizlere sığınak.
— Özel yaşamın düştüğü durumu, sahnesine bakarak anlayabiliriz. Sözcüğün alışılmış anlamıyla barınak, artık imkansızdır. İçinde büyüdüğümüz geleneksel evler çekilmezleşmiştir.

Orada yaşanan her konforun bedeli bilgiye ihanettir bugün, en küçuk sığınma duygusuna bile aile çıkarlarının küflü kokusu karışmaktadır. Bir tabula rasa üzerinde inşa edilen o modem, işlevsel konutlarsa, uzmanların zevksizler için imal ettiği, içlerinde yaşayanlarla hiçbir bağlantısı olmayan yaşama kutularıdır, ya da yolunu şaşırarak tüketim alanına girmiş fabrika tesisleri - zaten sönüp gitmiş olan bağımsız varoluş özlemine taban tabana zıttır bütün bunlar.
Modern insan tıpkı hayvanlar gibi yerde uyumak istiyor, demişti bir Alman dergisi, Hitler'den önce, kahince bir mazohizmle: Yatakla birlikte, düşle uyanıklık arasındaki eşiği de ortadan kaldırıyor. Uykusuzlar her an göreve çağrılabilirler, her şeye hazır ve dirençsizdirler, aynı anda hem dikkatli hem bilinçsiz. Sahici ama satın alınmış bir eski konakta sığınak arayan kişi kendini diri diri mumyalamış olur. Bir otel ya da pansıyona taşınarak kendi ikametgahımızın sorumluluğundan kaçma çabası da mülteciliğin dışardan dayatılmış koşullarının bilgece bir seçim olarak görünmesini sağlar. En ağır darbeyi yiyenlerse, her yerde olduğu gibi, seçme imkanına sahip olmayanlardır. Kentin çöküntü bölgelerinde değilse bile, yarın yerini kümeslere, arabalara, vagonlara, kamplara ya da düpedüz açık havaya bırakabilecek kulübelerde yaşamaktadırlar. Ev, geçmişte kalmıştır. Çalışma ve toplama kampları kadar, Avrupa kentlerinin bombalanması da, teknolojinin içkin gelişmesıyle eve çoktan biçilmiş olan hükmün sonunda infaz edilmesidir sadece. Evler eski konserve kutuları gibi kullanılıp atılacak şeylerdir artık. Gerçekleştirilme fırsatı bir kez kaçırıldıktan sonra sadece burjuva yaşamının köklerini çürütmekle kalan sosyalist toplum da sahici bir barınak imkanını yok etmektedir. Bu sürece hiç kimse direnemez. Kışi, dar anlamıyla zanaate ne kadar karşı olursa olsun, mobilya tasarımı ve iç dekorasyona ilgi duymaya başladığı anda bir kitap koleksiyoncusunun o fazla süslü zevklerini de benimsemeye başladığını fark eder. Belli bir uzaklıktan bakıldığında, Viyana Atölyeleri ile Bauhaus arasındaki fark o kadar büyük değildir.1 Saf işlevsel çizgiler, işlev ve amaçlarından kurtularak, Kübizmin temel yapıları kadar süslemeci olmaya başlamışlardır bugün. Bütün bunların karşısında, bağlanmamış. askıda bırakan bir tavır hala en doğru davranış biçimi olarak görünmektedir Toplumsal düzenle kendi ihtiyaçlarımız elverdiği sürece özel yaşamımızı sürdürmek, ama onun hala toplumsal bir dayanağı ve bireysel bir anlamı olduğu yanılsamasına kapılmamak. "Ev sahibi olmamam, iyi talihimin bir parçası bile sayılabilir," diyordu Nietzsche Şen Bilim'de. Bugün eklememiz gerekir. Kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi "evimizde" hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır. Bugün bireyin kendi mülkü karşısında düştüğü zor durumu biraz olsun gösterir bu - hala herhangi bir mülkü kalmışsa tabii. Oynamak zorunda olduğumuz oyun şudur: Artık özel mülkiyetin kimseye ait olmadığını, çünkü tüketim mallarının bu kadar bollaştığı koşullarda hiç kimsenin bunların kısıtlanması ilkesine tutunmaya hakkı olmadığını, ama yine de sırf mülkiyet ilişkilerinin körce sürdürülmesine hizmet eden o bağımlılık ve muhtaçlık durumuna düşmemek için bile kişinin bazı şeylere sahip olmak zorunda olduğunu görmek ve dile getirmek. Ama bu paradoksun tezinin varacağı yer yıkımdır: Nesneler karşısında, sonunda insanlara da yönelen sevgisiz bir umursamazlık. Antitez ise, telaffuz edildiği anda, rahatsız bir vicdanla sahip oldukları şeylere tutunmak isteyenlerin ideolojisine dönüşür. Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz.

19

Kapıyı vurmadan girin.
— Teknoloji, jestlerle birlikte insanların da dakikleşmesine, kesinleşmesine ve hunharlaşmasına yol açıyor, insan hareketlerini her türlü duraksamadan, düşüncelilikten ve edepten arındınyor. Onları nesnelerin amansız ve denebilirse tarih dışı taleplerine bağımlı kılıyor. Böylece, sözgelimi bir kapıyı yavaşça, sessizce ama sıkıca kapatma yeteneği de yitiriliyor. Arabaların ve buzdolaplarınınkiler çarpılarak kapatılmak zorunda; kimi kapılarsa kendiliklerinden kapanıyor, içeri girenleri arkalarına bakmama ve kendilerini kabul eden evi korumama gibi nezaketsizliklere mahküm ederek. Yeni insan tipini anlamak istiyorsak, onu çevresindeki nesneler dünyasının sürekli etkisine maruz kalan, sisteminin en derin noktalarında bile oradan izler taşıyan bir varlık olarak düşünmemiz gerekir. Artık içeri doğru açılacak pencerelerin yerinde sadece sağa sola itilecek sürgülü camların olması özne için ne demektir? Yumuşak kapı mandallarının yerinde döner tokmakların olması, avluların ortadan kalkması, sokak kapısının önündeki birkaç basamağın ve bahçe duvarının yokolması acaba nasıl etkilemiştir onu? Sırf motorunun gücünden ötürü, sokakların haşaratını, yayaları, çocukları ve bisikletlileri ezip geçme isteğini bir kez olsun içinde duymamış sürücü var mıdır? Makinelerin kendi kullanıcılarından talep ettikleri hareketler de Faşist zorbalıkta gördüğümüz o vahşi, sert. huzursuz savrukluk ve dengesizliği içermiştir çoğu zaman. Yaşantının kuruyup gitmesinin bir nedeni de şu olmalı:
Nesnelerin saf işlevsellik yasasının buyruğuna girmekle aldıkları biçim, onlarla teması sadece işleticiliğe indirgemekte ve gerek insanların hareket özgürlüğünde gerekse nesnelerin özerkliğinde herhangi bir fazlalığa, eylem anının içinde tüketilmeyecek ve yaşantının çekirdeği olarak varlığını sürdürecek herhangi bir artığa izin vermemektedir.

20

Struwwelpeter
. — Hume, kendisinden daha dünyevi yurttaşlarının karşısında, epistemolojik düşünüşü, kibar beylerin hiçbir zaman iltifat etmediği o "saf felsefeyi" savunmak zorunda kaldığında, şu muhakemeye başvurmuştu: "Titizlik ve kesinlik her zaman güzelliğe yararlıdır, doğru akıl yürütme de ince duygulara."2 Bu sözün kendisi de bir pragmatizm içeriyordu gerçi, yine de pratiklik konusunda bütün söylenmesi gerekenleri örtük bir biçimde ve tersten giderek söylüyor. Yaşamın pratik düzenleri, insana yararlı gibi görünseler de, bir kar ekonomisinde ancak insani niteliklerin köreltilmesine hizmet edebilirler ve yaygınlaştıkça da bütün şefkatli ilişkilerin parçalanıp kopmasına yol açarlar. Çünkü insanlar arası şefkat, amaçsız ilişkilerin de olabileceğini bilmek demektir aslında: Amaçların kavgasına batmış kişilerin hala sezebildiği bir avunu kaynağı. eski imtiyazlardan miras alınmış ama imtiyazsız bir düzen vaadini de içeren bir seziş. İmtiyazın burjuva aklınca ortadan kaldırılması, sonunda bu vaadi de yok ediyor. Eğer zaman para demekse, zamandan, en çok da kendi zamanımızdan tasarruf etmek ahlaklı bir davranış olarak görünür ve böyle bir tutumluluk da başkalarına karşı düşüncelilik olarak aklanır: Açıksözlü davranmış, hiçbir şeyi gizlememişizdir. Birbirleriyle alışverişlerinde insanlar arasına sokulan her türlü örtü, sadece nesnel olarak bütünleşmekle kalmayıp bundan gönenç de duydukları aygıtın işleyişinde bir arıza olarak görülür. Karşılıklı şapka çıkarmak yerine bir "mer'aba"nın aşina kayıtsızlığıyla selamlaşmak, mektup yazmak yerine hitapsız ve imzasız ofis içi yazışmalar göndermek, insani temasta başgöstermiş bir hastalığın rastgele belirtileridir sadece. Yabancılaşma tam da insanlar arasındaki mesafenin kaldırılmasında gösterir kendini. Çünkü ancak birbirlerini alışverişle, tartışma ve uygulamayla, denetim ve işlevle usandırmaktan kaçınabildikleri sürece insanlar arasında dışsal biçimlerin o hassas telkari bağlantılan oluşabilir ve içsel olan da ancak bu dış biçimlerde billurlaşabilir. Jung'un izleyicileri gibi kimi gericiler bunu bir ölçüde sezmişlerdir. G. R. Heyer'in Era nos denemelerinden birinde şu cümleye rastlıyoruz: "Uygarlığın şekillendirici etkisine henüz fazlaca maruz kalmamış toplulukların ayırt edici özelliklerinden biri, konuya dolaysızca yaklaşmamaları, hatta ondan söz etmekten bir süre kaçınmalarıdır; sohbet böyle insanlar arasında, asıl konusuna sarmallar çizerek adeta kendiliğinden varır." Bugünse düz çizgi, iki nokta arasında olduğu gibi iki insan arasında da en kısa yol sayılmaktadır. Tıpkı son zamanlarda prefabrik ev duvarlarının tek parça olarak imal edilmesi gibi, insanlar arasındaki duvarın harcı da onları birbirinden ayrı tutmanın basıncıyla ortadan kaldırılmaktadır. Farklı olan hiçbir şey artık anlaşılamamakta, şef garson eli değmiş bir Viyana spesiyalitesi olarak değilse bile. çocuksu bir güven ya da yersiz bir yakınlaşma olarak görülmektedir. Faydacı düzen, iş yemeğinin baçlangıcında hal hatır sormak için söylenen birkaç Cümleyle, kendi karşıtını bile devralıp soğurmuştur. Insanların birbirleriyle konuşma yeteneğini yitirmeleriyle işten söz etmenin ayıp sayılması aslında aynı şeydir. Her şey zaten iş olduğu için, "iş" sözcüğünü ağza almak da yasaktır -asılmış bir insanın evinde "ip" sözcüğünün telaffüz edilememesi gibi tıpkı. Merasimin, eski tarz nezaketin, boş gevezelik olduğundan -kimi zaman haklı da olarak- kuşkulanılan amaçsız sohbetin o sözde demokratik tasfiyesiyle birlikte, insan ilişkilerinin artık hiçbir şeyi tanımsız bırakmayan o sözde netleşme ve saydamlaşmasıyla birlikte, çıplak vahşet de yaşama egemen olmaktadır. Hiç duraksamadan, uzun boylu düşünmeden ve yan konulara sapmadan söylenen dolambaçsız sözde, Faşist yönetimde dilsizlerin suskunlara verdiği komutun biçim ve tınısını başından beri andıran bir şeyler vardır. Insanlar arasındaki ilişkilerde her türlü ideolojik süslemeyi kaldıran yalınlığın kendisi de insanlara nesne gibi davranmanın ideolojisine dönüşmüştür çoktan.


21

Geri alınmaz, degiştirilmez.
—Hediye verme adetini unutuyoruz. Mübadele ilkesinin çiğnenişinde anlamsız ve inanılması güç bir şey var; zaman zaman çocuklar bile kuşkuyla bakıyor hediye verene, sanki hediye onlara sadece fırça ya da sabun satmak için başvurulan bir hileymiş gibi. Bunun yerine hayır derneklerimiz var artık, resmi lütufkarlıklarımız ve toplumun görünürdeki yaralarını gözlerden saklamak için yaptığımız planlı çalışmalanmız var. Bu türden örgütlü çalışmalarda insanca dürtülere yer yoktur, ve zaten bağışta her zaman aşağılayıcı bir şey vardır: Dağıtılır, hakça bölüştürülür, kısaca onu alanı bir nesne dunımuna düşürür. Kişisel hediyenin bile, öngörülmüş bütçeye titizlikle bağlı kalarak, karşıdaki insanı iyice tartarak ve mümkün olan en az çabayı harcayarak gerçekleştirilen bir toplumsal işlev durumuna düştüğü, akılcı bir nezaketsizliğe dönüştüğü söylenebilir. Vermenin asıl sevinci, alanın da sevincini hayal edebilmekten geliyordu. Seçmek, zaman ayırmak, zahmete katlanmak, ötekini bir özne olarak görmek demektir bu: Savrukluğun ve gelişigüzelliğin tam tersi. İşte bunu kimse yapamıyor gibi şimdi. Olsa olsa, kendilerinin de sevebileceği şeyleri veriyorlar, ama tabii birkaç derece daha kötüsünü. Vermenin yozlaşması, o iç karartıcı icattan, "hediyelik eşya" diye üretilen şeylerden de anlaşılabiliyor; kişinin ne vereceğini bilmediği çünkü aslında vermek istemediği varsayımına dayanıyor bu yeni icat. Bu ürünler de alıcıları kadar bağlantısız. Başından beri birer uyuşturucuydular pazarda. Verilen hediyeyi değiştirme hakkınınsa şundan başka anlamı yok: "Al bunu, sana ait, ne istersen yap onunla, eğer hoşuna gitmediyse geri verip yerine başka bir şey al, benim için hiç fark etmez." Üstelik normal hediyeler vermenin yol açtığı sıkıntılı mahcubiyetle karşılaştırıldığında, satilabilirlik ilkesinin bu mutlaklaştırılması bile daha insanca seçeneği temsil ediyor, çünkü hiç değilse alıcının kendi kendine bir hediye almasına imkan veriyor - böyle bir şey hediyenin doğasına aykırı olsa bile.
Ürünleri yoksulların bile erişebileceği bir yakınlığa getiren üretim patlaması yanında, hediye vermenin yozlaşması önemsiz, bu konuda düşünmek de duygusallık sayılabilir. Ne var ki, bir bolluk ortamında hediye gereksizleşse bile -üstelik, bu da bir yalandır, hem özel hem de toplumsal bir yalan, çünkü bugün bile hayalgücümüzü biraz çalıştırmakla müthiş sevindiremeyeceğimiz hiç kimse yokturinsanlarda vermemenin yarattığı bir boşluk olacaktır. Vermeyen insanın en vazgeçilmez yetileri dumura uğrar; çünkü katışıksız içselliğin tecrit hücresinde değil, ancak dışarda, nesnelerle canlı bir temas içinde gelişebilir bu yetiler. Vermeyen insanların yaptıkları her şeyden bir soğukluk yayılır: Gereken şefkat sözcüğü söylenmemiş, beklenen düşünceli davranış gösterilmemiştir. Bu soğukluk, kaynaklandığı kişileri de ürpertmeye başlar sonunda. Bütün şefkatli, iyi ilişkiler, hatta belki de organik doğanın bir parçası olan o barışma bile, bir hediyedir. Fazla mantıklı düşündüğü için bu yeteneğini yitiren kişi, kendini de şeyleştirir ve donar.

Hiç yorum yok: