Perşembe, Mayıs 06, 2010

Theodor ADORNO - Minima Moralia (22-28)


Portekizce baskı kapağı, Gabriel Cohn yeni çevirisi Civa yayınevi 2008, Brezilya

22

Kurunun yanında yaş da
.
— Kültürel eleştirinin en eski ve en merkezi motiflerinden biri, yalan konusudur: Kültür, insana yaraşan bir toplumda yaşandığı yanılsamasını yaratmakta, bütün insan ürünlerinin temelinde yatan maddi koşulları gözlerden saklamakta ve rahatlatıp uyuşturarak, varoluşun.kötü ekonomik belirleniminin sürüp gitmesine hizmet etmektedir. Kültürün de bir ideoloji olduğu düşüncesidir bu ve ilk bakışta hem burjuva şiddet doktrinince hem de onun muarızınca paylaşıldığı, demek hem Nietzsche hem de Marx tarafından savunulduğu sanılır. Ama işte, insanı yalana karşı uyaran bütün nasihatler gibi bu düşüncenin kendisi de ideolojiye dönüşmeye pek yatkındır. Özel yaşam alanında görebiliriz bunu. Para düşüncesi ve peşinden getirdiği bütün çatışmalar, kaçınılmaz biçimde, en şefkatli, en erotik, en yüceltilmiş ruhsal ilişkilere bile sızar. Bu yüzden, kültürel eleştiri de, tutarlılık mantığına ve doğruluk ruhuna bağlı kalmak adına, bütün ilişkilerin açıkça ve amansızca kendi maddi kökenlerine indirgenmesini, tarafların çıkarlarına göre oluşmuş bir maddi bağlantıya eşitlenmesini talep edebilir. Çünkü anlam, bildiğimiz gibi, kökenden bağımstz değildir ve maddi olanı örten ya da dolayımlandıran her şeyde samimiyetsizliğin, duygusallığın, demek gizli ve bu yüzden çok daha zehirli olan çıkarın izini seçmek de hiç zor değildir.

Gelgelelim, davranışlanmızda bu ilkeye radikal bir biçimde bağlı kalırsak eğer, yanlış olanla birlikte doğru olanı da silmiş, evrensel pratiğin dışına -güçsüzce de olsa- taşma çabalarıyla daha soylu bir dünyaya ilişkin bütün o hayalci tasarıları da yok saymış ve böylece kültürün dolaylı olarak hizmet ettiği söylenen o barbarlığı en dolaysız biçimde çağırmış oluruz. Nietzsche'den sonraki kültür eleştirmenlerinde bu kayma açıkça görülür; Spengler en iyi örnektir. Ama Marksistler de pek kaçınamamışlardır bu tutumdan. Kültürel ilerlemeye duyulan o Sosyal Demokratik inançtan arınıp da barbarlığın güçlenişiyle karşı karşıya kaldıklarında, "nesnel eğilim" adına o barbarlığı savunma noktasına savrulabilmekte ve kendi can düşmanlarını kurtarıcı olarak görmeye başlamaktadırlar - bu düşman, "antitez" olduğu için, kendisi istemese de öykünün iyi bir sonla noktalanmasına gizemli bir biçimde hizmet edecektir! Bu bir yana, bir yalan olarak görülen tin'e karşı maddi öğenin vurgulanması da, daha önce bir içkin eleştiriden geçirilmiş olan o siyasal iktisatla tuhaf, kuşkulu bir akrabalığın doğmasına yol açar: Yeraltı dünyasıyla polis arasındaki yakınlığı andıran bir akrabalık. Ütopya bir yana bırakıldıktan ve teori-pratik birliği şart koşulduktan sonra hepimiz fazla pratikleştik. Teorinin iktidarsızlığından duyulan kaygı. her şeye kadir üretim sürecinin önünde eğilmek ve böylece de sonunda teorinin sahiden iktidarsız olduğunu kabullenmek için bir gerekçe sağlar. Bu garczin belirtilerine en has Marksist söylemde bile rastlanabilir, bugün de ticari zihniyetle ciddi eleştirel yargının, kaba maddecilikle kaba olmayanının gittikçe birbirini andırmaya başladığı görülmektedir. o kadar ki özneyle nesneyi ayırt etmek iyice zorlaşmıştır. - Kültürün gerçekten de tümüyle yalana dönüşmeye başladığı bugünün koşullarında, bu ikisini birbiriyle özdeşleştirme çabası daha da uğursuzlaşmakta ve her türlü muhalif düşünceyi zayıf düşürmekten başka bir amaca hizmet etmemektedir. Maddi gerçekliğin sadece mübadele değerleri dünyasından, kültürünse bu dünyanın egemenliğini yadsıyan her şeyden oluştuğu söylenirse, varolan varolmaya devam ettiği sürece böyle bir yadsımanın da bir yanılsamadan ibaret kalacağı doğrudur elbet. Ancak, özgür ve adil mübadelenin kendisi de bir yalan olduğu için, onu yadsımak aynı zamanda hakikat adına da konuşmak demektir: Meta dünyasının yalanının karşısında, onu yadsıyan yalan bile bir tür düzeltici haline gelir. Kültürün şimdiye kadar başarısız kalmış olması, kurunun yanında yaşı da ocağa atarcasına bu başarısızlığı sürdürmenin gerekçesi olamaz. Aynı yazgıyı paylaşan insanlar, kendi maddi çıkarları konusunu geçiştirmek ya da bu çıkarların düzeyine inmek yerine, kendi ilişkileri üzerinde düşünerek çıkarları özümlemeli ve böylece açmalıdırlar.

23

Plurale tantum.
— Toplum, çağdaş bir kuramda öne sürüldüğü gibi, çeşitli "dolaplar"dan oluşuyorsa eğer, onu en iyi temsil eden model de kolektifin tam tersi olan şeydir: Monad olarak birey. Her bireyin kesinlikle tikel olan çıkarlarının izini sürmekle, sahte bir toplumda kolektifin doğasını da incelemiş olumz. Farklı dürtülerin gerçeklik ilkesine cevap veren bir ego'nun önderliği altında örgüdenişini de içselleştirilmiş bir haydut çetesi olarak düşünmek mümkündur: Şefiyle, adamlarıyla, törenleriyle, bağlılık yeminleriyle, ihanetleriyle, çıkar çatışmalarıyla, entrikalarıyla ve bütün girdi çıktısıyla bir haydut çetesinin içselleştirilmiş biçimi. Bunu anlamak için, bireyin çevresine hararetle kafa tuttuğu o patlama anlarını, öfke nöbetlerini göz önüne getinnek yeter: Öfkeli insan kendi benliğinin çete şefı olarak belirir hep.

Tongaya basmama emrini vermiştir bilinçdışına, içindeki grup adına konuşmanın güveniyle gözleri parıldamaktadır. Kişi kendi saldırganlığını ne kadar benimserse, toplumun baskıcı ilkesini de o kadar iyi temsil eder. Belki de asıl bu anlamda doğrudur şu ilke: En bireysel olan, en genel olandır.

24

Tough baby.
— Belli bir erkeklik jesti vardır ki, ister kendimizde fark edelim ister başkalarında, kuşkuyla karşılamamız gerekir. Bağımsızlığın, yönetme gücüne güvenin ifadesidir - bütün erkeklerin gizli suçortaklığı. Eskiden, efendinin kaprisi denirdi buna, korkulu bir saygıyla; bugünse demokratikleştirilmiştir ve en sıradan banka memuru bile nasıl yapıldığını fılm kahramanlarmdan öğrenmektedir. Büyük model, gece geç vakit bekar dairesine dönen ve gizli ışıklandırmayı açarak hemen kendine bir viski soda hazırlayan, smokinli, yakışıklı erkektir: Küstah dudakların telaffuz etmekten kaçındığını, maden suyunun dikkatle kaydedilmiş köpürme sesi söyler bize: Sigara dumanı, deri ve traş kremi kokmayan her şeyi, özellikle de kadınları küçük görmektedir - onlar da tam bu yüzden dayanılmaz ölçüde çekici bulurlar onu. İnsan ilişkilerinin ideal biçimi bir erkek kulübüdür ona göre: O çok özenli vicdansızlığın arenası. Böyle adamların -daha doğrusu modellerinin; çünkü gerçek yaşamda pek az bire bir karşılığı bulunur bu tipin; insanlar bugün bile kendi kültürlerinden daha iyidir-hazlarında, eğlencelerinde gizil bir şiddet sezilir her zaman. Başkalarını hedef alan bir tehdit olarak görünür bu şiddet, koltuğuna yayılmış adamın çoktandır ihtiyaç duymadığı kişilere yönelmiş bir tehdide benzer. Geçmişte kendisine yönelttiği şiddettir aslında. Her hazzın eski bir acıyı kendinde koruduğu ve sürdürdüğü doğruysa eğer; burada da acı, ona dayanabilmiş olmanın gururu biçiminde, doğrudan doğruya, dönüştürülmemiş bir kalıp olarak, hazza yükseltilmiştir: Şaraptan farklı olarak, her viski yudumu, her puro nefesi, organizmanın bu kadar sert uyarımlara alışmak için bastırmak zorunda kaldığı tiksinmeyi anımsatır hala ve haz olarak kaydedilen de sadece budur. Sert erkek, sahiden de filmlerde sunulduğu gibidir demek ki: Bir mazohist. Sadizminin temelinde bir yalan yatar ve ancak yalan söyleyerek gerçek sadiste, baskının ajanına dönüşebilir. Ama bu yalan da, kendini zıtcinselliğin onaylanabilecek tek biçimi olarak sunan bastırılmış eşcinsellikten başka bir şey değildir.

Oxford'da iki tip öğrenci sivrilir:
Sert erkekler ve entelektüeller; ikinciler, sırf bu karşıtlıktan ötürü, otomatik olarak kadınsılıkla özdeşleştirilir. Yönetici katmanın, diktatörlüğe yol alırken, bu iki uca doğru kutuplaştığına inanmak gerekir. Bu bölünme, bütünleşmesinin de sırrıdır: Sevinçsizlikte birleşmiş olmanın sevinci. Sonuçta asıl kadınsı olanlar sert erkeklerdir, onlar gibi olduklarını kabul etmemek için hanımevladı kurbanlara ihtiyaç duyarlar. Totalitarizm ve eşcinsellik birlikte yürür. Özne, çökerken, kendi cinsinden olmayan her şeyi de yadsımaktadır. Güçlü erkek ile uysal çocuk karşıtları, tahakkümün eril ilkesini en katışıksız biçimiyle uygulayan bir düzende kaynaşırlar. istisnasız her şeyi, sözümona özneleri bile, kendi nesnelerine dönüştürmekle, bu ilke de bütünüyle edilginleşir, kadınsılıktan ayırt edilmez olur.

25

Zihnimizde onlara yer yok.
— Mültecilerin eski yaşamlarının silindiğini biliriz. Eskiden tutuklama emriydi, bugünse zihinsel yaşantıdır ülkeden ülkeye taşınamayan. Şeyleşmemiş olanın, sayılıp ölçülemeyenin yaşamı da son bulmaktadır. Ancak, şeyleşme bununla da yetinmeyerek kendi karşıtına, dolaysızca fiilileşemeyen yaşama da yayılıyor: Sadece düşünce ve anımsama olarak sürüp giden şeylere. Bunlar için özel bir terim de icat edildi: "Özgeçmiş". Soru formunda, cinsiyet, yaş ve mesleğin altında görülebilir. Yaşam, ihlali tamamlansın diye, birleşmiş istatistikçilerin zafer otomobiline bağlanıp sürüklenmektedir ve artık geçmiş bile korunamamaktadır bugünden, onu anımsamakla bir kez daha unutuluşa teslim eden bugünden.

26

English spoken
. — Çocukluğumda, ailemin ahbaplık ettiği bazı yaşlıca ingiliz hanımları sık sık kitap armağan ederlerdi bana: Gençler için hazırlanmış, renkli, resimli kitaplar, bir de maroken kaplı, küçük, yeşil bir incil. Armağanı verenlerin dilinde yazılmıştı hepsi:
Okuyup okuyamayacağımı hiçbiri düşünmemişti. Göz alıcı resimleri, başlıkları, vinyetleri ve deşifre edilmesi imkansız metinleriyle bu kitapların özel erişilmezliği, böyle nesnelerin kitap değil de reklam olduğunu düşündürürdü bana; amcamın Londra'daki fabrikasında ürettiği türden makineleri tanıtan reklamlar belki de... Anglo-Sakson ülkelerinde yaşamaya ve İngilizce'yi anlamaya başladıktan sonra da bu izlenimim silinmedi, tersine güçlendi. Brahms'ın bir şarkısı vardır, sözleri Heyse'nin bir şiirinden alınmış: O Herzeleid, du Ewigkeit! / Selbandernur ist Seligkeit [Ey yürek yarası, ey sen sonrasızlık! / Benötekidir ancak bahtiyarlık]. En yaygın Amerikan basımında şöyle olmuş bu dizeler: "O misery, eternity! / But two in one were ecstasy" [Ey acı, sonsuzluk! / iki gönül bir olunca ancak mutluluk]. Asıl metindeki kadim, tutkulu adlar, popüler bir parçanın slogan sözlerine dönüştürülmüştür, parlatıp süslemek amacıyla. Bu sözcüklerin yaydığı neon ışıkları altında, kültür de reklamdan başka bir şey olmadığını ortaya koymaktadır.

27

On parle français
.— Cinsellikle dilin ne kadar iç içe geçmiş olduğunu yabancı dilde pomografi okuyarak anlayabiliriz. De Sade'ı kendi dilinden okurken sözlüğe gerek duyulmaz. İçgüdüsel olarak anlaşılır, hiçbir okuldan, hiçbir evden, hiçbir edebi deneyimden öğrenilmeyecek olan o karanlık, kaygan müstehcen deyimler; tıpkı çocuklukta cinsellikle ilgili en dolaylı söz ve gözlemlerin bile zihinde gerçekçi bir temsil halinde hemen billurlaşması gibi. Hapsedilmiş tutkular, bu deyimlerle gerçek adlarına kavuştukları anda, kendi bastırılmışlıklarının barajından taşar gibi kör dilin bariyerlerini aşmakta ve karşı konulmaz bir şiddetle anlamın en içrek hücresine kadar sızmaktadırlar sanki: Orada yine kendi benzerleriyle karşılaşmak üzere.


28

Peyzaj
.
— Amerikan manzarasının kusuru, romantik yanılsamanın öne sürdüğü gibi tarihsel anıların eksikliği değil, insan elinin hiçbir izini taşımamasıdır. Sadece ekilebilir toprağın yetersizliğiyle, çoğu zaman bodur çalılardan yüksek olmayan işlenmemiş ormanlarla da sınırlı değildir bu durum, asıl yollarda belli eder kendini. Manzaranın içine öylece yerleştirilmiş gibidir yollar; düzgünlük ve genişlikleri ne kadar etkiliyse parıltılı izleri de o yabanıl ve zengin bitkisel çevre karşısında o kadar ilgisiz ve hunhar görünür. İfadesizdirler. Ayak ya da tekerlek izini bilmezler. Otlaklara ya da ağaçlıklara geçişi sağlayacak yumuşak patikalar yoktur kenarlarında; demek insan elinin ya da en yakın aletlerinin dokunuşunu hissetmiş şeylerin o yumuşamış, yatıştırıcı, batmayan dokusundan da yoksundurlar. Sanki hiç kimse okşamamıştır manzaranın saçlarını. Rahatlatılmamıştır, rahatlatmaz. Algılanışı da böyledir. Hızla giden arabanın içinden gördüğü şeyi kaydetmez göz çünkü; silinen manzara da kendi taşıdığından daha fazla iz bırakmaz.

Hiç yorum yok: