HORKHEİMER
VE FRANKFURT OKULU
"Felsefe,
bir zamanlar işlevini yitirmiş, gününü doldurmuş olduğu düşünülen felsefe bugün
hâlâ yaşamaktadır, çünkü onu gerçekleştirme fırsatı harcanmıştır. Felsefenin
dünyayı yalnız yorumlamakla yetindiği ve gerçeklik karşısında boyun eğerek
kendi kendini sakatladığı yargısı, bugün, dünyayı dönüştürme çabasının yenik
düştüğü bir dönemde, ancak aklın yeni bir teslimiyetçiliği anlamına gelir"[1].
Max Horkheimer'in çalışma arkadaşı ve Frankfurt Toplumsal Araştırma Enstitüsü'nün
ikinci yöneticisi T.W.Adorno'nun 1966'da yayımlanan Negatif Diyalektik'i
bu sözlerle başlar. Adorno, burada, 1830'ların Sol Hegelcileri'nin
"felsefeyi gerçekleştirme" çağrılarına ve Marx'ın Feuerbach üzerine
11. tezine kederli bir gönderme yaparken, Frankfurt Okulu'nun kendi yazgısını
da özetler gibidir; dünyayı değiştirme çabaları yenik düştü, şimdi bir kez daha
anlamak gerekiyor onu.
Frankfurt
Okulu, I. Dünya Savaşı'yla açılıp Soğuk Savaş'la kapanan bir çağın ürünüdür.
Dünya kapitalizminin bölgesel kayıplar verdiği
ama yine de bunalımlardan deri değiştirerek, yeniden yapılanarak,
güçlenerek çıktığı bir çağdır bu. "Can çekişen kapitalizm" teorilerinin, gerçekten can çekişmekte olan
eski liberal kapitalizmle birlikte silinip gittiği bir çağ. Dünya değişmemiş,
ama rekabetçi kapitalizm örgütlü tekelci kapitalizme dönüşmüştür. Kendisiyle
birlikte emek-sermaye ilişkilerini, işçi hareketini, devrimci teoriyi de
dönüştürerek.
* * *
Frankfurt projesi Felix Weil adlı solcu
bir doktora öğrencisiyle başlar. Arjantin'de servet yapmış liberal bir tahıl
tüccarının oğlu olan Weil, Rus devriminin etkisiyle Marksizm'e yönelen genç
Alman aydınlarından biridir. Sosyalist ekonominin kuruluş sorunlarıyla ilgili bir
tez yazmış ve tez, okul dışında, Alman KP'sinin teorisyenlerinden Karl Korsch
tarafından yayımlanmıştır. Weil, babasının imkânlarını çeşitli radikal
girişimlerde kullanmak istemektedir. Bunların ilki, 1922'de toplanan
"Birinci Marksist Çalışma Haftası" olur. Bir seminerler dizisinin
ilki olarak tasarlanan bu toplantıya katılanlar arasında Macar KP’sinden
György Lukács, Alman KP'sinden
Kari Korsch, Kari Wittfogel ve geleceğin ünlü Sovyet casusu Richard Sorge'nin
yanı sıra, Frankfurt Okulu'nun gelecekteki idari müdürü Friedrich Pollock da vardır.
Projenin amacı, Weil'in deyişiyle, "Marksizm içindeki
çeşitli akımlara bir tartışma imkânı vererek 'doğru' ya da
'saf bir Marksizm'e ulaşmak"tır[2].
İkinci bir seminer yapılmaz. Ama Weil,
babasını ve Frankfurt Üniversitesi yönetimini, üniversite bünyesi içinde yarı özerk
bir araştırma kurumu düşüncesine ikna eder. Araştırma konuları arasında işçi
hareketinin ve o yıllarda güçlenmekte olan anti-semitizmin tarihi olacaktır.
Kurumun müdürlüğüne Viyana Üniversitesi'nden hukuk ve iktisat hocası Carl
Grünberg getirilir ve böylece bir Alman Üniversitesi'ne tarihte ilk kez bir
Marksist girmiş olur. Grünberg, partisiz ama ortodoks Marksizm'e bağlı bir
teorisyendir ve uzunca bir süredir, "Grünberg Arşivleri" diye anılan
bir dergi çıkarmaktadır. Toplumsal Araştırma Enstitüsü'nün 1923'te kurulmasıyla
birlikte, "Arşiv" Enstitü'nün dergisi olarak yayımlanmaya başlar.
Enstitü'nün maaşlı üyeleri arasında Sorge, Wittfogel, Franz Borkenau gibi
isimlerin yanında, Marksist iktisatçı Henryk Grossmann, Pollock ve yeni felsefe
doçenti olmuş Max Horkheimer de bulunmaktadır. Enstitü dergisinde bu yıllarda
Korsch'un Marksizm ve Felsefe”si ile Lukâcs'ın "Moses Hess ve
İdealist Diyalektiğin Sorunları" yazısı gibi felsefi metinlere yer
verilmekle birlikte, asıl çalışma alanı ekonomi politik, güncel iktisat ve işçi
hareketi tarihidir. Grünberg, Enstitü'yü o yıllarda sertleşmeye başlayan
sol-içi tartışmaların uzağında tutmaya çalışmaktadır. Bu süre içinde Moskova'da
henüz temizliğe hedef olmamış Riazanov'un yönetimindeki Marx-Engels
Enstitüsü’yle bağlantı kurulur. Pollock 1927'de sosyalist ekonominin işleyişini
"yerinde incelemek" için Riazanov'un davetiyle Moskova'ya gider.
Burada, Riazanov'un aracılığıyla, Bolşevik Partisi içindeki çeşitli muhalefet
temsilcileriyle görüşür. Döndüğünde yazdığı metinde, Sovyet toplumu üzerine
yargılardan sanki kasıtlı olarak kaçınmış ve kendini Sovyet planlamasının
teknik sorunlarıyla sınırlamıştır. Grünberg, bir hoşnutsuzluğu gizleyen bu
abartılmış nesnellikten hoşlanmaz. Horkheimer'in o yıllarda yazdığı Nietzsche
tarzı özdeyiş ve notlardan oluşan Alacakaranlık adlı kitabındaki şu pasaj, Pollock'un
duygularını da dile getiriyor olmalıdır: "Emperyalist dünyanın anlamsız
adaletsizlik ve zalimliğini görebilen kişi, Rusya'da olup bitenleri, bu
adaletsizliğin üstesinden gelmek için girişilmiş acılı ama ilerici bir çaba olarak
görecek ya da en azından,
yüreği çarparak, bu çabanın
hâlâ sürüp sürmediğini soracaktır. Eğer görüntüler bu soruya olumsuz bir cevap
veriyorsa, o zaman da umudunu kesmeyecektir: tıpkı bir kanser kurbanının kanser
tedavisiyle ilgili her türlü habere sarılması gibi..."[3]
Grünberg 1929'da emekliye ayrılır. Ertesi
yıl, akademik açıdan en kıdemli üye olan Horkheimer onun yerine atanır, Pollock
da idari müdür olur. Horkheimer, Enstitü'nün çalışmalarına farklı bir yön
vermeye kararlı olduğunu "Toplumsal Felsefenin Bugünkü Durumu ve Bir
Toplumsal Araştırma Enstitüsü'nün Görevleri" başlıklı açılış konuşmasında
ortaya koyar. Toplumsal felsefe, Horkheimer'e göre, insanların durumunu
"tekil bireyler olarak değil, bir topluluğun parçaları olarak
yorumlama" çabasıdır. Konusu da, "herşeyden önce, ancak insanların
toplumsal hayatıyla bağıntılı olarak anlaşılabilecek olgulardır: devlet, hukuk,
ekonomi, din, kısaca insanlığın bütün maddi ve tinsel kültürü"[4]4. Horkheimer, Alman idealizminin gelişimi içinde toplumsal
felsefenin kısa tarihçesini verirken, Enstitü'nün gündemini de tanımlar.
Toplumsal felsefe, bir proje olarak Kant'la başlamıştır. Kant, devlet, ekonomi
ve din gibi toplumsal varlık biçimlerini bireysel özne üzerinde temellendirmeye
çalışmıştır. Daha sonra Fichte bireyle toplum arasındaki uzaklığa dikkati
çekmiş ama sorunun çözülme imkânı ancak Hegel’in tarihsel diyalektiğiyle
belirmiştir. Hegel, tikel ile genel, ya da parça ile bütün arasında bir dolayım
kurmaya çalışmış ama o da sonunda
parçayı bütün içinde, maddeyi tin içinde eritmekten kaçınamamıştır. Bununla
birlikte, geriye miras olarak, bu diyalektik dolayım düşüncesini bırakmıştır: bu, parça ile
bütünün, birbirlerinin yerine geçmeden, birbirleriyle barışma, uzlaşma
umududur. Ama Hegelci uzlaşma umudu, tarihsel gelişimle birlikte çökmüştür.
Bilimin, teknolojinin ve sanayinin gelişmesiyle birlikte, Hegel'in önerdiği
türden bir felsefi dolayıma duyulan ihtiyaç ortadan kalkmıştır; teknik,
herhangi bir kavramsal aracılığa gerek duymadan, istenen sonuçlan vermektedir.
Ne var ki tarih, bu liberal yanılsama noktasında da durmamış, sanayinin ve
insanlığın başarısının gerçekte sömürünün azgınlaşması anlamına geldiği
görülmüştür. Bu durumda, bir Schopenhauer, kötümserliğin zaferini, insani
açıdan anlamsız bir toplum düzeninin zorunlu sonucu olarak kutlayabilmiştir. Ve
bireyle toplum arasındaki çelişkinin aşılmamış olduğunun görülmesiyle,
toplumsal felsefe ihtiyacı yeniden gündeme gelmiştir. Horkheimer'e göre, Max
Scheler, Nikolai Hartman ve Heidegger gibi varlık ve varoluş filozofları, bu
ihtiyacın semptomlarıdır: "Bugün toplumsal felsefe, bireysel mutluluk
arayışları içinde kısılıp kalmış hayata yeni bir anlam verilmesi özlemiyle
karşı karşıyadır. Toplumsal felsefe, umutsuz bireyi anlamlı bütünlükler içine
yerleştirme yönünde gösterilen felsefi ve dinsel çabaların bir parçası olarak görünmektedir."[5] Ama ampirik varoluşu bütün bütüne terkederek Ruh ya da Kavim gibi
hayali tasarımlara kaçan akıl-dışıcı eğilimler bu "yeni anlam"ı
vermekten ya da söz konusu özlemin ortaya çıkma nedenlerini kavramaktan
acizdirler. Kantçı bireyciliğin yeniden canlandırılması da mümkün değildir.
Geriye, Horkheimer’in bu ilk resmi akademik konuşmada adını koymaktan kaçındığı
Marksizm kalmaktadır.
Horkheimer, konuşmasında, Marksizm'in
ekonomist yorumuna ve her türlü ampirik araştırmayı dışlayan dogmatizme karşı
olduğunu belli eder. Ampirik çalışma gereklidir; ama bu, bilimin felsefeden
bağımsızlaşması anlamına gelmemeli, tersine, felsefi sorunların
somutlaştırılmasını ve her türlü somut çalışmada da bütünün sürekli göz önünde tutulmasını sağlamak olarak anlaşılmalıdır. Konuşmasının sonunda
Horkheimer, Enstitü'nün uğraşacağı konuları daha açık olarak belirtir:
"toplumun ekonomik hayatı ile bireyin psikolojik gelişimi ve dar anlamıyla
kültürel değişmeler arasındaki karşılıklı ilişkiler (burada kültürden
anlaşılan, sadece bilimin tinsel içeriği, sanat ve din değil, hukuk, adetler,
moda, kamuoyu, spor, eğlenme-dinlenme biçimleri, yaşama tarzı vb. olgulardır)"[6]. Horkheimer, bu üç süreç arasındaki
ilişkinin incelenmesiyle "tikel varoluş ile tümel akıl, gerçeklik ve
düşünce, hayat ve tin arasındaki ilişkiler" sorununun da bilimsel bir
temele oturtulabileceğini belirtir. Enstitü yönetiminin değişmesiyle,
araştırmaların ağırlığı da "altyapı"dan "üstyapı"ya, daha
doğrusu bu ikisi arasındaki ilişkiye kaymıştır.
Bu kaymada, yeni Müdür'ün kişiliğinin de
payı vardır. Horkheimer 1895'te varlıklı bir Yahudi ailenin içinde doğmuş,
felsefe öğrenimi görmüş, Kant üzerine bir doktora tezi yazmıştır. Edebiyatla
uğraşmış (yayımlanmamış iki roman), psikanalizle ilgilenmiş ve 1927'de kendisi
de analizden geçmiştir. Felsefe ve insan bilimleri alanlarında Marx ve
Engels'den sonra gelen sosyalist aydınlar arasında eşine sadece Lukacs'ta
rastlanan bir "tebahhür" sahibidir. Ama Lukacs'tan farklı olarak,
aktif bir siyasal deneyi olmamıştır; böyle bir deneye en çok yaklaştığı dönem,
1918 Alman devrimci ayaklanmasından hemen sonra başlayan karşı-devrimci saldırı
günleridir. Rosa Luxemburg'un başının taşla ezildiği bu dönemde, Horkheimer,
üniversiteden arkadaşı olan Pollock'la birlikte, Alman devrimcilerini beyaz
terörün elinden kurtarmak ve evlerde saklamak için çalışır. Bu yıllarda en çok
etkilendiği Marksist önder de Rosa Luxemburg'dur.
Horkheimer'le birlikte Enstitü’de yeni bir
kadro oluşur. Bunlar arasında en etkili olanlar, Heidegger’in eski asistanı,
felsefeci Herbert Marcuse, psikanalist Erich Fromm, edebiyat sosyolojisi
alanında çalışan Leo Löwenthal ve iktisatçı Pollock'tur. Adorno da kısa bir
süre sonra Enstitü'ye girer. 1934'te Enstitü'nün ABD’ye göç etmesinden sonra bu
kadroya iki siyasal bilimci katılacaktır: Otto Kirchheimer ve Franz Neumann. Frankfurt
Okulu ya da "Eleştirel Teori" olarak bilinen düşünceler toplamı, bu kadronun,
en çok da Horkheimer, Adorno ve Marcuse'nin ürünüdür. 1936'da yardımcı üye olan
Walter Benjamin de, Adorno üzerindeki etkisiyle, Frankfurt Okulu'nun
"negatif diyalektiğinin" oluşmasına katkıda bulunur.
Hepsi Yahudidir bu Orta Avrupalı aydınların.
Hepsi de sosyalistliklerini hoşgörüyle karşılayan liberal ailelerin
çocuklarıdır; ailelerinin görece müreffeh hayatı, baba mesleği ticaretten uzak kalarak
akademik- kültürel çalışmalara dalma imkânı vermiştir hepsine. Sadece üçü aktif
politikaya girmiştir: Kirchheimer ile Neumann Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin
sol kanadına bağlıdır, Marcuse ise denizci olarak katıldığı I. Dünya Savaşı
sırasında Sosyal Demokrasi'nin en sol (Enternasyonalist Sosyalistler) hizbine
üye olmuş, 1918 devrimi sırasında asker konseyine seçilmiş, Sosyal
Demokrasi'nin karşı devrimi desteklemesi üzerine politikadan uzaklaşmıştır.
Horkheimer, Enstitü’nün politikayla
ilişkisini, 1932'de Okul'un yeni yayın organı Zeitschrift für Sozialforschung'un (Toplumsal Araştırma Dergisi) ilk sayısına
yazdığı önsözde şöyle açıklar: "Dergide yayımlanan yazılar çoğu zaman
hipotetik bir nitelik taşıyacaktır... Çoğunun yanlış olduğu da görülebilecektir
ilerde; ama böyle bir beklenti, çeşitli bilimlerin yöntemlerini bugünün toplumunun
çelişkilerine uygulamaktan ve böylece toplumsal hayatın işleyişi ve değişmesi
açısından önemli olan bir kavramsallaşmaya ulaşmaktan alıkoyamaz bizi."[7]7 Horkheimer, Enstitü'nün çalışmalarını belirleyecek perspektifin
toplumsal değişme olduğunu söylemektedir. Ama hemen ardından, "toplumsal
araştırmanın, bilimsel ölçütlere uyma yükümlülüğüyle, politikadan farklı
olduğunu" ekleyecektir. Bilim, Horkheimer'e göre, tarihsel olarak
koşullanmıştır ve toplumsal sonuçlarından bağımsız olarak kendi başına bir amaç
da değildir. Yine de teorik çalışmanın uymak zorunda olduğu işlemler, ölçütler
vardır. Hem düşüncenin bir toplumsal ürün olduğunu bilmek, hem de doğruluğun
görece olmadığını savunmak, pratiğin değişen koşullan içinde aklın hakemliğine
dayanmak — bu görünüşteki çelişki, gergin bir zemberek gibi, Frankfurt
Okulu'nun çalışmalarını eleştirel bir enerjiyle besleyecektir.
İlk sayıda, Horkheimer’in "Tarih ve
Psikoloji" ve "Bilim ve Bunalım Üzerine Notlar" adlı iki
yazısının yanında, Henryk Grossmann'ın Marx'ta kapitalizmin çöküşü sorunu
üzerine bir yazısı, Lowenthal'in edebiyat sosyolojisinin görevlerine değinen
bir yazısı, Adorno'nun müzik sosyolojisi üzerine bir denemesi ve Fromm'un
Marksizm-psikanaliz ilişkisi üzerine bir incelemesi yer alır.
1932'de, Naziler'in ciddi bir tehdit
haline gelişiyle, Enstitü'nün Paris'te bir şubesi açılır. Okul'un mal varlığı
da Hollanda'ya aktarılır. 1933'te Hitler, "devlete düşman eğilimler
beslediği" gerekçesiyle Enstitü'yü kapatır, üyelerin çoğu hakkında
tutuklama kararı çıkar. Ama bu arada Horkheimer ve arkadaşları da Paris'e
geçmişlerdir. Fransız yönetiminin Alman mültecilerine fazla yardım etmeyeceği
anlaşılınca,1935'ten itibaren Frankfurtçular ABD'ye geçerler.
Burada Columbia Üniversitesi'nde
Robert Maclver gibi o dönemde radikal olan öğretim üyeleri, Toplumsal
Araştırma Enstitüsü'nün yeniden kurulmasını sağlarlar. Dergi, 1941'e kadar, Studies in
Philosophy and Social Science (Felsefe ve Sosyal Bilim İncelemeleri) adıyla hem İngilizce hem de
Almanca olarak yayımlanır. Bu tarihte ABD'nin savaşa girmesi ve radikal
girişimlerin kısıtlanmasıyla birlikte Frankfurtçular da dağılırlar. Fromm zaten
1930’ların sonunda gruptan kopmuştur. 1940'larda da Neumann ve Kirchheimer
uzaklaşır. Marcuse, Dışişleri Bakanlığı'nın Almanya istihbarat dairesinde
çalışmaya başlar (bu, ilerde, bir "CIA ajanı" olarak suçlanmasına yol
açacaktır).
Yine de oldukça verimli bir dönemdir bu.
Horkheimer Akıl Tutul- ması'nı ve Adorno ile birlikte Aydınlanmanın Diyalektiği'ni bu yıllarda yazmıştır. Bu son kitap,
birçoklarına göre Frankfurt Okulu’nun başyapıtı, yine birçoklarına göre Okul'un
anti-Marksizm'inin en açık delili, bazılarına göre de iki yazarın Schopenhauer
tarzı neo-romantik bir kötümserliğe sapışlarının başlangıcıdır. Aynı dönemde
Pollock ile Neumann arasında Faşizm, ABD’deki New Deal ekonomisi ve Sovyet
ekonomisi üzerine önemli bir tartışma yer alır. Pollock’un bu üç sistemin de
yeni bir "otoriter düzen"in biçimsel farklılıklarla ayrılan örnekleri
olduğunu ileri sürdüğü iki yazısına, Neumann, Nazi ekonomisinin hâlâ tekelci
kapitalizmin bunalımlarına gebe olduğunu savunduğu Behemoth başlıklı dev boyutlu kitabıyla cevap
verir. 1950'de Enstitü’nün ortak çalışması olan Önyargı Üzerine
Araştırmalar'ın Adorno yönetiminde hazırlanmış ilk cildi Otoriter Kişilik yayımlanır.
1950'lerin başında Horkheimer, Pollock ve
Adorno, Batı Alman hükümetinin çağrısı üzerine Frankfurt'a dönerler. Marcuse,
Neumann, Lowenthal ve Kirchheimer ABD'de kalmışlardır. 1953'te Enstitü yeniden
kurulur. Horkheimer müdürlüğün yanı sıra iki yıl için üniversitenin
rektörlüğünü de üstlenir. 1955'te Adorno da profesörlüğe yükseltilerek Enstitü
yöneticiliğine getirilir. Horkheimer ve Pollock 1958'de emekli olurlar.
1960'ların ortalarında başlayan öğrenci radikalizmi, Frankfurt Okulu'nun uzun
bir süredir unutulmuş yapıtlarını yeniden gün ışığına çıkarır. Enstitü'ye
öğrenci hareketinden gelen gençler katılır. Ancak, ABD'de Löwenthal eski
militan çizgisini sürdürür ve Marcuse, Yeni Sol'un en önemli temsilcilerinden biri haline
gelirken, Horkheimer ile Adorno öğrenci radikalizmine çok mesafeli bir tutum
alırlar. Horkheimer, İran Şahı'nın Almanya'yı ziyareti sırasında çıkan kanlı çatışmada
öğrencilere açıkça cephe alır. Öğrenciler de Frankfurt Üniversitesi'nde düzenledikleri bir gösteriyle
Frankfurtçular'ı yuhalarlar.
1968 Nisanı'nda, eski yazılarının
toplandığı Eleştirel Teori başlıklı derlemeye yazdığı önsözde, öğrenci hareketi hakkındaki
görüşlerini dile getirirken değişen siyasal tavrını da ortaya koyar Horkheimer:
"Marx ve Engels'in öğretisi, toplumun dinamiğini anlamak için hâlâ
vazgeçilmez olmakla birlikte, ulusların iç gelişmelerini ve dış ilişkilerini
açıklayamamaktadır... Yaşadığımız çağ, bireyin göreli özerkliğinin son
kırıntılarını da yok etme eğilimindedir. Liberalizmde vatandaş, belli sınırlar
içinde, kendi gizil gücünü geliştirebiliyordu; kendi yazgısını, belli sınırlar
içinde, kendisi belirleyebiliyordu. Özgürlük ve adalet taleplerinin anlamı da
bu imkâna herkesin sahip olması isteğiydi. Ne var ki, toplum değiştikçe,
özgürlük ve adaletten birinin artışı, genellikle ötekinin azalışı anlamına
gelmiştir... Teknolojinin kusursuzlaşması, alışveriş ve iletişimin
genelleşmesi, nüfus artışı — bütün bunlar toplumu daha sıkı örgütlenmeye
itmektedir. Muhalefet de, ne kadar çabalarsa çabalasın, karşı koymayı umduğu
gelişmenin bir parçası haline gelmektedir. Yine de, bildiğini dile getirmek ve
belki böylece yeni bir terörden kaçınabilmek, bugün hâlâ gerçekten yaşayan bir
insanın hakkıdır. Günümüzün gençliğini harekete geçiren dürtülerin bir kısmını
ben de paylaşıyorum: daha iyi bir hayat ve adil bir toplum isteklerini, bugünkü
düzene ayak uydurmak istemeyişlerini... Ayrılığımız, gençlerin uyguladığı
şiddetle ilgilidir, aslında güçsüz olan düşmanlarının işine yarayan, onları
güçlendiren şiddetle. Bütün kusurlarına karşın, sarsak bir demokrasi bile bugün
bir devrimin kaçınılmaz sonucu olacak bir diktatörlükten iyidir — bunu açıkça
söylemek, doğruluk adına zorunlu görünüyor bana... Bireyin sınırlı, anlık
özgürlüğünü gittikçe artan tehditlere karşı savunmak, korumak ve mümkün olduğu
yerlerde de genişletmek, bugün bu özgürlüğe soyut eleştiriler yöneltmekten ya
da umutsuz eylemlerle onu tehlikeye atmaktan çok daha acil bir görevdir. Bu
koşullarda, sözüm ona özgür dünyayı kendi kavramıyla (özgürlük kavramıyla -
ç.n.) yargılamak, ona karşı eleştirel bir tutum almak, ama yine de onu
Stalinist ya da Hitlerci Faşizme karşı savunmak her düşünen insanın hakkı ve
görevidir. Barındırdığı tehlikeli gizilgüce karşın, hem içte hem dıştaki
adaletsizliğine karşın, özgür dünya şu anda hâlâ uzay ve
zaman içinde bir adadır;
bu adanın şiddet egemenliği okyanusunda yok edilmesi, eleştirel teorinin
de bir parçası olduğu kültürün yok edilmesi anlamına gelir."[8]
Özgür dünya... Alman Spartakistleri'ne
yardımla ve "emperyalist dünyanın anlamsız zulmüne" karşı isyanla
başlayan siyasal/düşünsel kariyerini böyle noktalar Horkheimer. Ertesi yıl,
1969'da, Adorno ölür. 1973'te de Horkheimer’in kendisi ölür. Marcuse, 1979'a
kadar yazmaya, konuşmaya, aramaya devam eder. Bugün Enstitü'nün sağ kalan tek
eski kuşak temsilcisi, ABD'deki Lowenthal'dir.
***
Bu önsöz burada bitebilirdi. Başlangıç ve son.
Karşı olduğu sistemlerin, devletlerin kayıtlarına böyle geçmiş olmalıdır
Horkheimer. Parti- dışı, eleştirel bir Marksizm'den Soğuk Savaş ideologluğuna,
nokta. Ama bu, Marx'ı da Gulag'la değerlendirmeye benzer.
Hegel, Fenomenoloji'nin önsözünde, bir felsefe çalışmasında sonuçla o sonuca varmak için
geçilen yol arasındaki ilişkiyi tartışır. "(Felsefe yapıtının) asıl
konusu, sadece varılmak istenen hedeften ibaret değildir: konunun işlenmesi,
gelişmesi de vardır. Somut bütünlük, sadece elde edilen sonuçtan ibaret
değildir: sonuçla birlikte ona varma süreci de vardır. Hedef, kendi başına,
cansız bir tümeldir... Çıplak sonuç da, sistemin cesedidir sadece, yönlendirici
eğiliminden uzak düşmüş cesedi."[9] Bu düşünceler, teleolojik bir yorumdan kaçınmak koşuluyla, yalnız tek
yapıt için değil, okullar, siyasi akımlar ve toplumsal hareketler için de
geçerlidir. Marx'i Gulag'la, Pol Pot’la yargılayanlar çoğalıyor. Ama geçmişte
Gulag'ı Marksist açıdan yargılayanlar vardı. Bugün de olabilir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, "firari hakikatler”den
söz eder. Louis Althusser, Bolşevikler'in 1920'lerdeki politikasını
tartışırken, "doğrusu olmayan yanlışlar" deyimini kullanır, kendi
doğrularından uzak düşmüş yanlışlardır bunlar. Walter Benjamin de Alman yazar
Gottfried Keller'in "doğru bizden kaçıp gidemez" sözünü kıyasıya eleştirir.
Bir de düşkünler evi düşünülebilir: bir odasında iki sağır oturmaktadır; daha
yaşlı olanı ötekinden, yan odadan lazımlığı almasını ister. Genç sağır, yine
bir sağırın bulunduğu yan odaya geçer ve "ihtiyar, bahçeye çıkmak için
paltoyu istiyor" der. Üçüncü sağır, yatağının altından lazımlığı alır,
öbür odada bekleyen ihtiyara götürür.
Pamuk ipliğiyle... Adorno, Negatif Diyalektik 'te, felsefenin sadece başlangıç ve sonlardan
dem vurmasından, hareketin kendisinden ve izlediği yoldan hiç söz etmemesinden
yakınırken, doğrunun "kırılabilirliğine, incinebilirliğine" dikkat
çeker: "Doğru, tözünün zamana bağlı olmasından ötürü, havada asılı kalmış,
kırılabilecek birşeye benzer... Felsefe, doğrunun yitirilemeyeceği avunusunu
bir yana bırakmalıdır. Metafızikçilerin geveleyip durdukları o uçuruma — kaypak
sofizmin uçurumu değil, deliliğin uçurumudur bu— atlaya- mayan bir doğru, kendi
kesinlik ilkesi gereğince, eninde sonunda bir totolojiye dönüşür... Açık
düşüncenin, keyfiliğe düşme tehlikesine karşı hiçbir güvencesi yoktur...
Felsefede,
kesinlik
kavramının
işlevinin tersine döndüğünü görüyoruz. Bir zamanlar dogmaları altet- mek için
kullanılan bu ilke, bugün her türlü beklenmedik olaya karşı bizi koruyacak bir
bilginin sosyal sigortası olmuştur. Öyle ya, itiraz edilemeyecek bir şeyin
başına hiçbir şey gelmez."[10]
Eski doğrulara pamuk ipliğiyle bile bağlı
olmadığımız bir dünyada, kesinlik tutkusu, nevrotik bir güvenlik ihtiyacının
son sığınaklarından biri olmalı. Gördük; bir doğru, dolambaçlı serüvenini
yanlışlara karışarak da tamamlayabiliyor. Dinlerin, Aydınlanma'nın, eski
devrimlerin tarihinden gördük. Adorno, Minima Moralia'da, "yanlış bir hayat doğru yaşanamaz"
der. Bu söz, bir aczin kabullenilmesi olarak yorumlanabilir. Ama
"aciz" olan sadece özne değil, özneyi de içine alan nesnedir: yanlış
hayat. O zaman, Adorno'nun, başına hiçbir şey gelmeyeceği için kısırlığa, evde
kalmaya mahkûm doğruların güvenliği içinde soyutlaşmaktansa, yitip gitmek
pahasına hareket eden, sağa sola savrulan, değişme ve değiştirme hakkını saklı
tutan açık bir felsefeyi savunduğu da söylenebilir. Tarihsel doğru,
düşüncelerle gerçeğin çarpışmasından, sürtüşmesinden doğar; bir sürtüşmeden
çıkan gıcırtı, oluşan doğrunun hep kaçan, hep bizi çağıran atonal sesidir,
Horkheimer, eski bir yazısında doğruluk
sorununu tartışırken şunu sorar: "Dinsel ve idealist felsefe okurlarının
öne sürdüğü gibi nihai bir doğruyu kabullenmek, ya da her teorinin sadece
'öznel' olduğunu, yani bir kişi, bir grup, bir dönem veya bir tür olarak
insanlık için geçerli olduğunu ama nesnel doğruluktan yoksun olduğunu kabul
etmek — önümüzdeki seçenekler sadece bunlar mı? Burjuva düşüncesi diyalektik
yöntemi geliştirirken, bu çatışkıyı aşma yönünde en iddialı adımını atmıştır...
Diyalektikte, somut içeriklerin koşullu ve bağımlı olduğu kabul edilir ve her
türlü 'nihai' doğru kesin olarak 'olumsuzlanır', ama bu, kısmi ve koşullu
doğruların bir süzgeçte elenmesi ve saf bilgiye varılması anlamına gelmez...
olumsuzlanmış her görüş bilginin ilerleme sürecinde bir doğruluk ânı olarak
korunur."[11]
Geçmişin doğruları bugünün yanlışlarına
dönüşürken geride belli belirsiz bir kımıltı kalır. Tarihin treninden düşmüş,
sakatlanmış, erksizleşmiş bir doğruluk hayaletidir bu. Bizi uğraştırmaya devam
eder. Ve sezeriz: dayanıklılığını yenilgisinden almıştır.
***
Horkheimer’in bireysel özgürlüklerle,
liberalizmle ve "hür dünya" ile ilgili sözleri, yaşadığımız ülkede
çok yandaş bulur bugün. Sol’un yenilgisini izleyen karanlık dönemden sonra
neo-liberalizmin güçlenmesi şaşırtıcı da değildir. Ama dikkat: Horkheimer ö
yazıda, "hür dünya" ile ilgili sonuçlarını hemen kabul edebilecek
fazlaca gönüllü yandaşlarla değil, kendisiyle aynı çıkış noktasını paylaşan,
düşüncesinin gelişim sürecini şöyle ya da böyle izlemiş olan ama vardığı noktayı
kabul etmek istemeyen militanlarla konuşuyordu. Şimdi, bu insanlar, bütün
Almanlıkları'na karşın, Horkheimer'in teorik enkazı içinde kımıldamaya devam
eden adalet ve özgürlük isteğini farketmemiş olabilirler mi? Bu isteğin,
Horkheimer'in "sözüm ona özgür dünyası" da içinde olmak üzere her
türlü gerçekleşmiş özgürlüğü aşacağını, göreceleştireceğini ve somut özgürlüğün
gerçekleşmesinin de sonuçta buna bağlı olduğunu bilmiyor olabilirler mi?
♦ ♦ ♦
Frankfurt Okulu, I. Dünya Savaşı'nı
izleyen Hegelci Marksizm'in
mirasçısıdır. Savaşın yıkıntıları içinde doğan ve bir an, kısa bir an,
Avrupa'nın yazgısını değiştirecekmiş gibi duran işçi konseyleri, bugün daha çok "Batı Marksizmi" olarak adlandırılan Hegelci
Marksizm'e gelişme ortamı sağlamıştır.
Lukacs, Gramsci, Korsch — 1920'lerin başında,
bu üç kişi, birbirlerinden bağımsız olarak, Marksizm'in Kautskyci/Plehanovcu
yorumuna karşı diyalektiğin Hegel'deki köklerini ve teori-pratik birliğini öne
çıkaran bir Marx yorumu öneriyorlardı. Üçü de 1919-1920 yıllarında çeşitli
konsey hareketleriyle bağlantı içinde olmuştu. Lukacs, 1919 devriminde kurulan
kısa süreli Macar Sovyet Cumhuriyeti'nin Kültür Bakanı'ydı; Gramsci, Torino
işçi konseylerinin başlıca teorisyeniydi; Korsch, 1918 devriminden sonra işçi konseylerinin
başlattığı sosyalizasyon projesi içinde yer almış, 1923'te Thuringia eyaletinde
kurulan Sosyal Demokrat/Komünist hükümete KP temsilcisi olarak girmişti. Öte
yandan, Marksizm üçü için de bir ekonomi politik eleştirici olmanın ötesinde,
hatta bir sosyal devrim teorisi olmanın da ötesinde, bir kültürel kurtuluş
hareketiydi. Üçü de Avrupa uygarlığının I. Dünya Savaşı'ndan önceki çıkmazıyla
didişirken sosyalizme geçmişlerdi. Sosyalist devrimi, evrensel kültürün
yadsınması ve kurtarılması olarak da görüyorlardı. Bu yüzden, kendi
teorilerini, Marksizm'i kaba bir sosyal Darwinizm'e indirgeyen II.
Enternasyonal liderlerine karşı sert bir polemik içinde geliştirdiler.
Savaştan önceki Sosyal Demokrasi, 1891 Erfurt
Programı'ndan beri, görünüşte birbirine karşıt iki bakış açısına indirgemişti
sosyalizmi. "Ortodoks Marksizm" denilen Kautsky/Plehanov yorumunda,
sosyalizm, kapitalizmin nesnel hareket yasalarının tarihsel olarak zorunlu
sonucuydu ve mülkiyet sisteminin
değişmesiyle bütün toplumsal/kültürel sorunlar kendiliğinden çözülmüş olacaktı.
Bu ekonomist anlayışa tepki olarak doğan Bernstein revizyonunda ise, sosyalizm,
Fransız devriminden miras kalan ama kapitalizmde bir türlü gerçekleşmeyen
adalet ve eşitlik gibi ahlaki ideallerin uygulamaya konulmasıydı. Adil düzen,
ekonomik ve siyasal reformların yavaş yavaş birikmesi sonucunda ortaya
çıkacaktı.
Bu iki anlayış
birbirine karşıt görünür;
oysa o dönemde çok iyi
tamamlıyorlardı birbirlerini. Kautsky ve Plehanov gibi teorisyenler, ekonominin
ve tarihin nesnel gidişatıyla uğraşıyor, burjuva bilim çevrelerinden gelen
"ideolojiklik" eleştirisine karşı Marksizm'in bir bilim olarak saygınlığını savunuyor ve bir yandan
da teorik mirasın bekçiliğini
yaptıklarını düşünüyorlardı. Ama nesnelci teorilerinin, gündelik pratik içinde bir sonucu olmuyordu. Bu pratik, teoriyle çokça ilgilenmeyen parlamenterler ve sendikacılar tarafından
yürütülüyordu ve Bernstein da bu kesimin sözcülüğünü üstlenmişti. Bu işbölümüne
iki taraf da razıydı. SPD liderlerinden Ignaz Auer'in Bernstein'a yazdığı
mektuptaki sözleri, bir siyasi incelik örneğidir: "Sevgili Ede, bu
senin söylediğin şeyler söylenmez, yapılır."
Söz bizim, eylem sizin... Teoriyle pratik
arasındaki bu uzaklık, ekonomizmle ahlakçılık arasındaki ortak felsefi zemini
gösterir aslında. İki taraf da Marx'ın teorisindeki öznel boyutu yanlış
değerlendiriyor, özne ile nesne arasındaki diyalektik ilişkiyi, bunların
birbirinden doğduğu düşüncesini reddediyordu. Marx’ın maddeci diyalektiğinin
iki ânı, iki eşdeğerli boyutu vardır. Marx ilkin Hegel'in idealizmini
eleştirmiş, bilinç denilen şeyin insan bilinci olduğunu ve toplumsal gerçeklik
içinde, onun bir parçası olarak yer aldığını söylemişti. İkinci adımda da
Feuerbach’ın felsefi maddeciliğini eleştirmiş, felsefenin nesnesi olan varlığın
insani ve toplumsal gerçeklik olduğunu, soyut, doğal bir varlık olmadığını
söylemişti. Başka bir deyişle, bilinç, insanların bilinciydi, ama varlık da
bilinçli, toplumsal varlıktı. 1844 El- yazmaları'nda
şöyle der: "Düşünce ve varlık gerçekten ayrıdır birbirinden, ama aynı zamanda birlik
içindedirler." Bilinçle varlığın, özneyle nesnenin diyalektik birliği, bu
iki öğenin de gerçek olduğunun
kabul edilmesine bağlıdır: biri, ötekinin gölgesi değildir.
Ne var ki, Marx'ın Descartes'dan Feuerbach'a
kadar sürüp gelen bir felsefi soruna, yine felsefe içinde nihai bir çözüm
getirdiğini düşünmek, bu tarihsel diyalektiğe aykırı bir sonuç olur. Şu: bilinç
ile varlığın, kavram ile içeriğinin, özne ile nesnenin diyalektik birliğinin
öne sürülebilmesi için, belirli tarihsel koşulların gerçekleşmiş olması
gerekir. Bu koşullar gerçekleşene kadar, böyle bir felsefi doğruluk, "havada
asılı kalmış, kırılabilecek birşeye" benzer. Güzel, keskin, belki
şiddetli, ama güçsüzdür.
Kapitalizmde özne ile nesne gerçekten kopuktur
birbirinden. İnsanların ürünleri, yaşama ve
yaratma güçleri, yabancı bir güç olarak karşılarına
dikilir. Bilinç, bilim, bu yabancı varlığı dışardan anlayabilir, belki
çözümleyebilir, ama içerden yaşayamaz. Bu yüzden, bilinçle madde arasındaki
ilişkiyi açıklama çabaları, 19. yüzyıla kadar, hep birinin ötekine
indirgenmesiyle, çökertilmesiyle sonuçlanmıştır. Marx, 1844 Elyazmaları'nda ve Kutsal Aile'de, bütün toplum için geçerli olan bu genel yabancılaşmanın proletaryanın durumunda
özellikle yoğunlaştığını, onu harekete geçiren bir gerilim kazandığını
anlatır. İşçi hareketi, felsefenin bilinçle varlığı barıştırma vaadini yerine
getirecek olan tarihsel etmendir. Proletarya, üretme gücüyle toplumun
öznesidir; ürettikleri ve hedef olduğu sömürüyle de nesnesi.
İşte, kapitalizmin 1880'lerden sonraki görece
rahat (kapitalist ülkeler için rahat) büyüme
ve genişleme dönemine denk düşen II. Enternasyonal Marksizmi'nde yitirilen,
özne ile nesne, teori ile pratik arasındaki bu diyalektik ilişkidir.
Kautsky'nin kaba determinist modelinde, ekonomi, öznesiz işleyen ve
kapitalizmin çöküşüne varan bir nesnel cihaz olduğu için, devrimi beklemekten başka yapacak birşey yoktur. Bernstein'ın voluntarizminde ise,
maddi gerçeklikten doğmamış olan bazı saf zihinsel ahlaki idealler topluma
dışardan uygulanır. İkisinde de tarihin bilinçsiz, bilincin de tarihsiz olduğu
zımnen kabul edilir.
I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından Rusya'da,
Almanya'da, İtalya'da ve Macaristan'da ortaya çıkan ve işçileri parti
bağlantılarının ötesinde birleştiren sovyet veya konsey tipi kurumlar, Lukács,
Korsch ve Gramsci gibi teorisyenler için (bunlara, bir önceki kuşaktan, Rosa
Luxemburg ve Pannekoek gibi, devrimin "tinsel" boyutunu vurgulayan
eski Marksistler’i de eklemek gerekir) yeni ve somut bir kolektif özneyi temsil
ediyordu. Varolan partilere rağmen ya da onların dışında kurulan işçi
konseyleri, çalışanların kendi yazgılarını belirleme çabalarını
cisimleştirirken, siyaset ile ekonomi ve yönetenlerle yönetilenler arasındaki
kopukluğu gidermeye, insan bilincine toplumsal değişmede kurucu bir rol vermeye
yöneliyordu. II. Enternasyonalin pasif maddeciliğiyle bu yeni oluşumu
değerlendirme imkânı yoktu. Yalnız Sosyal Demokratlar değil, yöntemsel temeller
açısından Kautsky ve Plehanov'un mirasçısı olan Bolşevikler de, gerek 1905'te
gerekse 1917 Şubatında ortaya çıkan sovyetlere uzun süre kuşkuyla bakmışlardır.
Oysa, bilince kurucu bir rol yükleyen Alman idealizminin etkisi altındaki
Lukács, Gramsci ve Korsch, devrimde öncelikle bu yeni yapıyı görmüşlerdir.
Gramsci, 1917 devrimini "Kapital'e karşı devrim" olarak kutlarken,
işçilerin kendiliğinden eyleminin hem kapitalizmin hareket yasalarını aştığını
(ekonomist yoruma göre, Rusya gibi geri bir ülkede devrim imkânsızdı), hem de
kendi otoritelerini Marksizm bekçiliği üzerine kuran II. Enternasyonal
liderlerine karşı bir yanıt olduğunu söylüyordu.
Bu üç düşünür içinde, Frankfurt Okulu açısından
en önemli olanı, onlarla aynı kültürel arka planı (Alman romantizmi) paylaşan
Lukacs'tır. Lukács için devrim, Kant'ın formüle ettiği sorunu çözüyor, bir
nesnel gerçeklik olarak özgürlük ile insanın kendi yarattığı bir gerçeklik
olarak özgürlüğü birleştiriyordu. Nesnel gelişme, insanlığı sosyalizm ve barbarlık seçenekleriyle karşı karşıya bırakmıştı; ama bu seçenekler karşısında bir karara varan da somut insanlardı.
Bu kararı veren proletarya, Lukacs’a göre, özgürlük isteğinin sadece
"keyfi", "öznel" bir kapris olmadığını göstermiş, özgürlüğü
nesnel gerçeklik içinde kendisi yaratmıştı. Teori ile pratiği birleştiren
proletarya, tarihin özdeş özne-nesnesiydi.
Tarih ve Sınıf
Bilincinde şöyle
der: "Marx, teori ile pratik arasında bir ilişki kurulmasına imkân veren
koşulları açıkça tanımlamıştır. 'Düşüncenin kendini gerçekleştirmeye çabalaması
yetmez, gerçeklik de düşünceye doğru çaba göstermelidir'... Ancak bilinç
gerçeklikle böyle bir ilişki içinde olduğu zaman, teori ile pratiğin birleşmesi
mümkün olur. Ama bunun olması için, tarihsel sürecin gerekli sonuca (insanların
iradeleri tarafından kurulan ama insan kaprisine bağlı olmayan bir sonuçtur bu)
doğru attığı belirleyici adım, bilincin doğuşu olmalıdır... Ancak bir sınıfın kendini anlamasının bir
bütün olarak toplumu da anlamasıyla bir olduğu, yani o sınıfın bilginin hem
öznesi hem de nesnesi olduğu bir tarihsel durumda... ancak böyle bir durumda
teori ile pratiğin birliği mümkün olur. Böyle bir durum, proletaryanın tarih
sahnesine girişiyle ortaya çıkmıştır."[12]
Lukács, aynı yazıda, Engels'in diyalektiğini de
bu noktadan eleştirir: "Engels, diyalektikteki kavram oluşturma yollarıyla
'metafizik' yöntemleri karşılaştırır. Diyalektikte, kavramların (ve temsil
ettikleri nesnelerin) kesin çizgilerinin eridiğini belirtir. Diyalektiğin, hiç
durmadan bir tanımdan ötekine geçiş süreci olduğunu söyler. Tek-yönlü ve katı
bir nedenselliğin yerine etkileşimin vurgulanması gerektiğini belirtir. Ama
hiçbir yerde, özne ile nesnenin tarihsel süreç içindeki diyalektik ilişkisinden
söz etmez. Oysa ne kadar 'akışkan' kavramlar kullanmaya çalışırsak çalışalım,
bu ilişki yoksa diyalektiğin devrimci bir diyalektik olması da imkânsızdır.
Çünkü böyle bir ihmal, her türlü metafizikte nesnenin dokunulmadan ve
değiştirilmeden kaldığını ve bu yüzden düşüncenin de seyredici düşünce olarak
kaldığını ve pratikleşemediğini görememek demektir. Oysa diyalektik yöntem için
temel sorun, gerçekliği değiştirmektir."
Lukacs'ın "özne-nesne ilişkisi",
Stalin ya da Politzer'in felsefe elkitaplarında sıralanmış bulunan ve hem tarih
hem de doğa için geçerli olan "evrensel diyalektik yasalara"
eklenecek bir yeni yasa değildir. Tersine, Lukacs, Engels'de değindiği hatanın
böyle bir evrensel diyalektik anlayışından kaynaklandığını belirtir:
"Engels'in diyalektikle ilgili açıklamasının doğurduğu yanılgılar, onun da
—Hegel'in yaptığı yanlışı tekrarlayarak— yöntemi doğaya da uygulayacak ölçüde
genişletmesinden kaynaklanır. Ne var ki diyalektiğin canalıcı öğeleri —özne ile
nesnenin etkileşimi, teori ve pratiğin birliği, düşüncedek değişmenin
kategorilerin altında yatan gerçeklikteki değişmelere bağlı olduğu, vb.— doğa
hakkındaki bilgimizde böyle şeyler yoktur."[13]
Lukacs'ın kitabının yayımlanışı, bütün Avrupa
ülkelerinde konsey deneylerinin ardarda yenik düştüğü, Bolşevik Partisi içinde
dünya devri- minden ve özellikle Alman devriminden hiçbir şey beklemeyen bir
hizbin iktidarı ele geçirdiği ve tüm Komintern'de bir teorik pıhtılaşmanın
başladığı 1923 yılına rastlar. Ve böyle bir ortamda da Lukacs hakettiği yanıtı
almakta gecikmez. Komintern'in 1924'teki 5. Kongresi'nde, Zinoviev ilk çıkışı
yapar: "İtalya'da Yoldaş Graziadei... Marksizm'e cephe alan bir kitapla
ortaya çıkıyorsa, bu cezasız kalamaz. Yoldaş Lukacs da aynı şeyi felsefi ve
sosyolojik düzeyde yaptığında, bunu da hoş göremeyiz... Alman partisi içinde de
benzer bir akım vardır. Yoldaş Graziadei bir profesördür. Korsch da bir
profesördür, (sıralardan sesler: Lukacs da bir profesör!) Eğer Marksist
teorileriyle birlikte aramıza böyle birkaç tane daha profesör girerse, işimiz
zor demektir."[14] İki nokta gözden kaçamaz: Komintern, henüz, devrimcileri açık ihanet ve
ajanlıkla suçlama ve cezayı fiili olarak verme noktasına gelmemiştir; görüşleri
arasında yüz seksen derece farklılık olan insanları (Graziadei, Marx'ın değer
teorisine Bernstein tarzında karşı çıkan klasik bir revizyonistti) aynı kefeye
koyarak çürütme ve "entelektüelliği" bir suçlama aracı olarak
kullanma teknikleri gündeme girmiştir (Lukacs ve Korsch "profesör"
değillerdi, üniversiteyle bir ilişkileri yoktu).
Doğa ile tarih arasındaki herhangi bir ayrım,
Komintern'de kuşkuyla karşılanmaktadır. Böyle bir ayrım, tarihsel yasaların
doğa yasaları kadar bilimsel bir kesinlikle saptanamayacağını ve bu yüzden de,
beklenmedik durumlarda insan müdahalelerinin geçerli olabileceğini düşünmek
demektir. Oysa Sovyet Marksizmi'nde egemen izlek, insanların kendilerini
değişmez ve evrensel temel yasalara uyarlamalarıdır: "İster doğal bilimin
yasaları olsun, isterse ekonomi politik yasaları, Marksizm, bilimin yasalarını
insanların iradelerinden bağımsız olarak kendi başına işleyen nesnel bir
sürecin yansıması olarak kavrar. İnsanlar bu yasaları keşfedebilir,
araştırabilir... ama değiştirmeleri ya da ortadan kaldırmaları imkânsızdır."[15]
Böylece Sovyet Marksizmi, siyasal taktikler dışında
hiçbir zaman çok uzaklaşmadığı II. Enternasyonal'in sosyal Darwinizmi'ne geri
dönüyordu. Sorun, büsbütün teorik de değildi. Lenin'in ilk yazılarında, örneğin
Popülizmin İktisadi Muhtevası'nda, Marx’ın Malthus eleştirisini temel alan ve
doğa ile toplum yazıları arasındaki farklılığı belirten bölümler az değildir.
Ama sonuçta Sovyet Marksizmi, Lenin'in bu yazıları ya da Hegelci Felsefe
Defterleri üzerine değil de, "bilincin tjıad- deyi yansıttığı"
noktasında kalan Materyalizm ve Ampiriokritisizm üzerine kurulmuşsa, bunun
felsefi gelenek ötesinde tarihsel nedenleri de olmalıdır. Belirleyici olan,
Avrupa'daki devrim dalgasının düşmesiydi. Bu durum, insan müdahalesini ve
"pratik eleştirel faaliyeti" en aza indiren ve doğa bilimlerinden
beslenen düşünce tarzlarını destekliyordu. Böylece teknolojik akıl, toplumsal
diyalektiğin yerini aldı. M.Merleau-Ponty'nin dediği gibi, toplum bir doğal
gerçeklik olarak görülünce, "onu doğayı yönetir gibi yönetmek kalıyordu
geriye, toplum, sadece mühendisler arasında tartışılabilen ve iş bitirme
mantığını esas alan bir teknikle yönetilecektir."[16]
***
Konseyler yenildi. Gramsci hapse atıldı.
Korsch, öteki sol sapmalarla birlikte, Parti'den atıldı. Lukacs da, çevresine
bakındıktan sonra, eski yazılarını unuttu ve yeniden estetiğe dönmeye karar
verdi. Burada da, Plehanov'ca çizilmiş sınırlar içinde kaldı.
Kolektif özne tasarısı, iki yanlı bir yenilgiye
uğramıştı, pratik ve teorik. Ama, yenilgisinin tohumlarını kendi içinde
taşımıyor muydu?
Konseyci çıkışın kökeninde, savaşın yol açtığı
sarsıntı kadar, kapitalizmin daha o zamandan başlamış yeniden yapılanışı da
vardı. Konseyci bir siyasal ve ekonomik özyönetim, ancak işçilerin üretim
sürecini kendiliklerinden kavrayabilecekleri ve özerk olarak
yönlendirebilecekleri bir ortamda mümkündür. Bunun yanında, siyasal bilinçleri
üretim süreci içindeki nesnel konumlarına bağlı olan oldukça nitelikli bir
işgücünü gerektirir. Gerek İtalya’da, gerekse Almanya'da 1918-1920
ayaklanmalarının öncüleri, otomotiv, makine imalat gibi dönemin en ileri
sanayilerinde çalışan vasıflı işçilerdi.[17] Bunlar üretim sürecine büyük ölçüde egemen
olan, onu tanıyan, işin bütünü üzerinde akıl yürüten gruplardı. Gelgelelim,
başkaldırılarının temelinde de sermayenin daha o dönemden, bireysel becerinin önemini en aza indirgeyen kitlesel üretim tekniklerine geçme
çabaları yatıyordu. Fordizm (montaj hattı) ve Taylorizm (emeğin
"bilimsel" örgütlenmesi) gibi mekanize üretim yöntemleri, emeği
niteliksizleştirerek işçi konseylerinin ayağının altındaki toprağı kaydırmıştı.
Fordizm ve Taylorizm’in, öncelikle üretimi artırmak için değil, ileri işçilerin
etkinliğini kırmak için uygulamaya konulduğu bilinir. Yine de kapitalizmin yeni
büyüme dönemini hazırlayan etkenler arasında, bu tekniklerin payı büyüktü.
Başka bir deyişle, nitelikli işçiler, konseyleri kurarken, teknolojinin
gelişmesine karşı çıkmış oluyorlardı; konseyler siyasal bir zafer kazanmadıkları sürece, çoktan hazırlanmış bir ekonomik
yenilgi onları beklemekteydi. Bir noktaya kadar
"önderliğin ihaneti" ile açıklanabilecek bu yenilgi, bu noktadan sonra ancak sermayenin yenilenme gücüyle
açıklanabilir.
Lukacs'ın kolektif özne tasarısının boşa
çıkmasında kendi teorisinin de payını görmek gerekir. Toplumun ve bilginin
"özdeş özne-nesnesi” olarak proletarya temelde siyasal bir kavramdı: kendi
uzun vadeli çıkarlarının bilincinde, bunun insanlığın çıkarıyla da özdeş
olduğunu bilen, dışarıdan yönetilmeyip kendi kendini yöneten devrimci bir
sınıf. Kavramın nesnesi (konseyler içinde örgütlenmiş işçi sınıfı) dağılınca,
ortada sadece zihinsel, ahlaki bir tasarı kalıyordu. Büyük düşünür de
farkındaydı bunun. Konseylerin dışında sınıfın nitelikli-niteliksiz, par-
tili-partisiz, SPD'li-KPD'li, ağır sanayi-hafif sanayi, eski-yeni gibi sayısız
bölünmelere uğramış olduğunu ve belli bir zaman kesitinde kendi tarihsel
görevine sahip çıkamayabileceğini gördüğü için, ampirik sınıf bilincinden
farklı olarak "doğru ve gerekli" sınıf bilincini belirten
"atfedilen sınıf bilinci" diye bir kavram üretmişti: "Tarihin
belli bir döneminde ve sınıf yapısının belli bir noktasında duran insanların gerçekte
ne düşündüğü, hissettiği ve istediğini çözümlemek gibi bir safdilliğin
ötesinde... Bilinçle toplumun bütünü arasında bir bağlantı kurarsak, belli bir
durumda insanların bu durumu değerlendirebilmesi ve gerek kendi çıkarları
açısından gerekse toplumun bütünü üzerindeki etkileri açısından ölçebilmeleri
halinde, neler düşünebileceklerini kestirebiliriz. Yani, kendi nesnel
durumlarına uygun düşen duygu ve düşünceleri çıkarsayabiliriz... Sınıf bilinci,
üretim süreci içindeki belirli bir tipik duruma atfedilen, uygun ve rasyonel
tepkilerdir. Bu bilinç, sınıfı meydana getiren bireylerin duygu ve
düşüncelerinin toplamı ya da ortalaması değildir."[18]
Max Weber'in "ideal tipler" kavramına
dayanan bu düşünce, Lukacs'ı devrimci sürecin öznesi olarak sınıftan partiye
götürmüştür. Öyle ya, sınıfın kendisi yüzlerce farklı ampirik bilince
bölünmüşse, sınıfın bütünlüğünü ve "uygun sınıf bilincini" temsil
edecek bir özne gerekir. Kitabın en geç yazılmış ('1922) yazısı örgütlenme
sorunu üzerinedir: "Örgüt (parti-ç.n.) teori ile pratik arasındaki
dolayımın biçimidir. Ve her diyalektik ilişkide olduğu gibi, ilişkinin
terimleri ancak bu dolayım sayesinde somutluk ve gerçeklik kazanırlar."[19] Parti yoksa, teori de yoktur pratik de. Böylece Lukacs, parti(ler) ile konsey arasındaki diyalektiğin yerine tek başına partiyi geçirir. Geriye,
Merkez Komitesi'nin en son kararlarına uymak kalmıştır.
* * *
Konseylerin çöküşüyle birlikte kolektif öznenin yeniden düşünceye
çekilmesi; devrimin gerçekleştiği ülkede proletarya diktatörlüğünün bürokrasinin diktatörlüğüne dönüşmesi ve maddeci
diyalektiğin dondurularak çarpıtılması; Marksizm’in hiç hesaplaşmadığı ama
kısmi doğrularıyla orada duran Marx-sonrası Avrupa düşüncesi, Nietzsche... Horkheimer'e kalanlar
da bunlardı. Bir de, gençlik yıllarında okunan Schopenhauer'in, 1914-1923 sarsıntısıyla silinmeye yüz
tutan ama bütün sistemlerin dağılmasının hemen ardından kendini gösteren
kötümser felsefesinin izleri.
Ama 1930'ların başında henüz kötümserlik
yoktu. Alacakaranlık'ta, SPD-KPD bölünmesinin, işlerini koruyan
ayrıcalıklı işçilerle işsiz kalmış işçiler arasındaki ayrımı yansıttığını ve
"her iki partide de insanlığın geleceğinin bağlı olduğu kuvvetin bir
yarısının bulunduğunu" söyleyecek kadar ortodokstu Horkheimer; sınıfın
birleşmesi, "son tahlilde, ekonomik süreçlerin seyrine bağlı" idi.[20]
Sınıf birleşmedi. Ekonomik
süreçler ve faşizmin gelişi,
bürokratik önderliklerin sınıfın parçaları üzerindeki boyunduruğunu azaltmadı,
güçlendirdi. Eylemin ve bilginin bütünleştirici özne-nesnesi olarak proletarya,
yine bir tasarıya dönüştü.
Marx, bilimsel sosyalizmi, gerçek bir işçi
sınıfı hareketinin teorik ifadesi olarak tanımlar; Marksizm, gerçek bir
tarihsel hareketin tüm evrelerinin, en yüksek evre açısından eleştirilmesi ve
toplanmasıdır. Bilgi içeriği olarak da üç öğenin gergin birliğinden oluşur:
ekonomi politik eleştirisi, diyalektik felsefe, siyaset (devrim) teorisi. İşte,
devrimci bir işçi hareketinin gerçek dünyadaki bütünleştirici öz-eylem- liliği
ortadan kalkınca, bu üç öğe de birbirini iten, karşıt sistemlere dönüşürler.
Ekonomi politik eleştirisi, pozitif ekonomiye dönüşür.
Devrim teorisi, dogmalaşmış ilkelerle
reel-politika arasında bölünür. Başlangıçtaki bütünlük imgesini ve ütopik
gerilimi korumak da felsefeye kalır. Ama bu, fragmanlardan oluşan,
anti-sistematik bir felsefe olmalıdır, "ölümden anlayan", kısık sesli
bir felsefe Horkheimer'in başlangıçta alıntıladığımız Enstitü açılış
konuşmasındaki toplumsal felsefe programı, daha pozitif, daha akademik bir
boyut içermekteydi. Ama Benjamin ve Adorno'nun Okul içindeki etkilerinin
artışıyla ve faşizm travmasının yaşanmasıyla birlikte bu pozitif boyut —ampirik
araştırmalar bir yana bırakılmaksızın— ikinci plana düşecektir. Öte yandan,
Horkheimer'in kendi düşüncesinde de daha baştan, anti-metafizik antisistemik
bir damar vardır. Alacakaranlık'ta şöyle der: "Metafizikçilerin
doğru olup olmadığını bilmiyorum. Belki bir yerde özellikle çekici, düşündürücü
bir metafizik sistem ya da fragman duruyordur. Ama metafizikçilerin insanların
çektikleri acılardan genellikle çok az etkilendiğini biliyorum."[21]
Bunu, Kierkegaard tarzında, varoluşçu bir
Hegel eleştirisi olarak yorumlamamak gerekir. Tam tersine, eleştirel teori
sezgiciliğin ve varoluşçuluğun dolaysız ve "otantik" yaşantı
kavramına karşı çıkar. İnsanlarla kendi ihtiyaçları arasına piyasanın ve
yabancılaşmış bir toplumsal mekanizmanın girdiği bir toplumda; bütün sözde
doğal, kendiliğinden, dolaysız şeyler gerçekte bin türlü dolayımdan geçerek
ortaya çıkmaktadır: kurtuluşun ışığıyla aydınlanana kadar, hiçbir şey kendisi
değildir. Bu dolayımlı dünyayı anlayabilmek için, yine onun kadar dolayımlı bir
kavramsal aygıta, bilime ihtiyaç vardır. Şöyle der: "Bilimin bu felsefi
küçümsenişi özel hayatta bir uyuşturucudur, toplumdaysa bir yalan."[22] Sorun, bilimin de felsefenin de
niteliğiyle ilgilidir.
Hegel, felsefenin
eski sorununu, düşünceyle varlık arasındaki ilişki sorununu, özdeşlik
teorisiyle çözmek istemişti. Düşünceyle varlık özdeşti, çünkü İkincisi
birincisinin ürünüydü. Bilgi, herşeyi kapsayan, sonsuz öznenin kendi kendini
kavramasıydı. Lukacs, bu teoriyi maddeci bir temele oturtmaya çalıştı:
düşünceyle varlık, varlığın önceliği temelinde, özdeşti. Gerçek dünyanın bir
parçası olan proletarya, tarihin hem bilen öznesiydi hem de nesnesi, maddesi.
Hem parçaydı hem bütün. Bu teori tarihin değişmeyen yüzüne çarpıp
parçalandıktan sonra geriye sadece idealist özdeşlik düşüncesi kaldı. Şimdi,
Lukacs'ın özdeşlik teorisini değil, ama bu teorinin vaadettiğini: parça ile
bütün, dünya ile bilgi arasındaki barış umudunu kurtarmak için tersten gitmek,
aralarındaki savaşı vurgulamak gerekiyordu. Böylece Horkheimer ve Adorno, Benjamin'in
de yardımıyla, Batı felsefesinin bu temel ilkesini, özdeşlik ilkesini vurmaya
gittiler. Barış, ancak ayrılık temelinde mümkündü. Düşünceyle varlık arasında,
insanla doğa arasında, ne birini ötekine indirgeyen ne de büsbütün koparan bir
karşılıklı kabul gerekiyordu. Tıpkı, sütten kesilen bebeğin bu duruma yavaş
yavaş alışması, annesini sadece kendi ihtiyaçlarının nesnesi değil, ayrı
hakları da olan bağımsız bir varlık olarak görmeye başlaması gibi. İnsan,
paranoyakça bir hırsla doğayı kendine ait kılmaya çalışmaktan vazgeçtiği anda
doğanın dilinin çözülmeye başladığını görebilecekti; bunun işitilmemiş ama yine
de anlaşılır bir dil olduğunu da.
* * *
İdealizmin temel postülası, der Horkheimer,
kavramla varlığın aslında aynı şey olduğu ve dolayısıyla gerçek hayatta görülen
tüm eksikliklerin tinsel düzeyde giderilebileceği inancıdır. "Buna
karşılık maddecilik, nesnel gerçekliğin insan düşüncesiyle özdeş olmadığını ve
hiçbir zaman da onun içinde eritilemeyeceğini savunur. Düşünce, nesnenin
hayatını kopya etmeye ve kendini ona uyarlamaya çalışsa da, hiçbir zaman
düşünülen nesneyle aynı şey değildir... Öyleyse bir eksikliği kavramlaştırmak o
eksikliği gidermek demek değildir; kavramlar ve teoriler, bu eksikliğin
aşılması için bir dürtü verirler, o kadar."[23]
Adorno da, "özdeşlik düşüncesi" adını
verdiği egemen felsefeyi, bütün tikel nesneleri genel kavramların veya bütünsel
bir kavramlar sisteminin içine sokma çabası olarak tanımlar. Horkheimer, bunun
kökeninde insanın doğayı denetim altına alma ihtiyacının yattığını söyler Akıl Tutulması'nda. Ama bu eski eğilim, kapitalizmin bütün faaliyet
biçimlerini genel bir eşdeğere (bir malın üretimi için gerekli olan ortalama
emek süresi) indirgemesiyle ve özellikle de çağdaş toplumların topyekûn
örgütlenme eğilimiyle daha da güçlenmiştir: somut insanlar nasıl genel savaş ve
üretim planlarının içine soyut birimler olarak sokuluyorsa, tikel nesneler de
genel kavramların içinde öyle eritilmektedir şimdi.
Adorno, buna karşı felsefenin yeni görevinin
özneye karşı nesnenin haklarını savunmak olduğunu söyler. (Özne, burada, belli
bir insan veya insanlar grubu olabileceği gibi, belli bir kurum olarak da
alınabilir; genel olarak, gören, isteyen, yapan, işleyen, sınıflandıran ve
kullanandır, nesne ise doğa ya da toplumdur: görülen, istenilen, işlenen,
fişlenen ve kullanılan.) Kavramlar olmadan insanlar akıl-dışı güçlerin kucağına
düşer; doğru. Ama Horkheimer bu kitapta, rasyonelleşmenin vardığı noktanın
aklın tersine dönüşü olduğunu da söyler: çağdaş dünyanın akıl-dışı vahşetinde,
herşeyi kucaklayan sistemler kurma tutkusunun izi vardır. Öyleyse,
"tarihin bu noktasında felsefenin asıl uğraşması gereken konular, Hegel'in
kayıtsız kaldığı şeylerdir: kavramdışı, bireysel, tikel olan herşey".[24]
Bazı şeyler. Yeni bir ceketin kısa gelen kolunun
içinden iyice belli olan sipsivri bir dirsek. Herkesin gevşediği bir ortamda
bir başkasına yapılmış tatsız bir şakaya gülememek. Çok yaşlı olmak. Ciddi bir
toplantıda birden patlayan bir kahkaha. Sürdürememek. Zaptedilmez bir kaşınma
ihtiyacı. Bilmemek. Kalabalık bir istasyonda birden yalnız kaldığı anlaşılan,
hiç tanımadığımız bir küçük kız, ağlıyordu, hızla uzaklaşan bir trenin
penceresinden görmüştük onu. Savaş ve Barış'ta, ihtiyar Prens Bolkonsky'nin, sırf oğlunun
Nataşa'yla evlenme kararına ve kızının ürkek dindarlığına öfkelendiği için,
aslında küçük gördüğü Fransız dadı Matmazel Bourrienne'e kur yapması. Bunu, bu
sıkıcı romandaki tek kayda değer olay olarak görmek. Verimli, yorgun, yumuşak
bir toprak parçasının içinden fışkırmış bir kayalık. Bile bile hep aynı yanlışı
tekrarlamak.
Kavramsal örtünün altında kıpırdamaya devam
eden bu fazlalıklar. Hegel, tikel nesneleri "tikellik" kavramı içinde
tarafsızlaştırmaya çalışır; Heidegger, tarihsel durumları
"tarihsellik" kategorisine sokmaya çabalar. Sığmaz, artakalır. Ama,
bireysel ve indirgenmez olan fetişleştirilemez de. Bugünkü toplumun zaten
yaptığı şeydir bu: herşeyi dümdüz ederken, bir yandan da kitlelerin kültürel
tüketimi için seyirlik olaylar yaratır, "tuhaf mizaçlı", "özgün"
kişileri piyasaya sürer, farklılık yanılsamasını güçlendirir. Adorno'ya göre,
nesneye öncelik tanımak, "nesnelliğin hemen dokunulabilecek, dolaysız
birşey olduğu anlamına gelmez; safdil gerçekçiliğin (kavramların gerçek dünyada
özdeş ve bağımsız karşılıkları olduğu görüşü - ç.n.) eleştirisini elden
bırakacağız anlamına hiç gelmez".[25] Bunu yapmak, Marx'ın Feuerbach'da eleştirdiği öznesiz, pasif
nesnelciliğe geri dönmek olur. "Böyle bir düşünce tarzı" der Adorno,
"nesnenin çözülmezliğini özne için bir tabuya dönüştürür. Buna göre, özne
vazgeçmeli ve kendine benzemeyen şeye dokunmamalıdır." Bilinmeyeni
mutlaklaştıran mistisizm ve kaba maddecilik gibi felsefelerle idealizm arasında
bir paralellik de vardır. "İdealizmde, herşeyi yutmaya çalışan bir
açgözlülük ile, yutulamayan şeyden, yani tam da bilinmesi gereken şeyden uzak
durma isteği yan yana gider. Doymaz bir yaşama hırsı kadar, bireysellik
karşısında teorik bir geri çekiliş de statükonun işine yarar: anlaşılmazlığın
ve katılığın halesini ve otoritesini kazandırır ona... Oysa Hegel mantığının en
dayanıklı sonucu, bireyin öyle düpedüz 'kendi için' olmadığını göstermesidir:
kendinde bireyin tanımı, kendinden başkalığıdır: başkalarına bağlıdır."[26] Yapılması gereken, kavramla içeriği, özneyle nesneyi birbirinden
koparmak değil, bunların giderilmez gerili- mini korumaktır. Tin ve doğa ya da
bilinç ve varlık gibi kutupsallıklar böyle anlaşılmalıdır: birbirini iten ve
çeken, ancak bağımlılıkları içinde anlaşılabilen karşıtlar. Horkheimer, Akıl Tutulmasında, özne- nesne ayrılığının bir tarihsel ürün
olduğunu da söyler; bu ayrılık, felsefenin içinde değil, tarihte, insan doğa
çatışmasında ve kapitalist yabancılaşma içinde gerçekleşmiştir: "Nihai bir
ikilik varsayımı da kabul edilemez... İki kutup tekçi bir ilkeye indirgenemez,
ama ikilikleri de bir ürün, bir sonuç olarak görülmelidir." Sorunun çözümü
de tarihte gerçekleşebilecektir.
Ama tarihsel pratik imkânının
sınırlanmış-olduğu yerde, görev felsefenindir; "Wittgenstein'a karşı, söze
dökülemeyeni söze dökmek".[27] Sorun, kavramın içinde hapsedilmiş nesnel
gerçekliği kurtarmak, ona serbestçe değişme ve gelişme hakkını tanımaktır.
Geleneksel felsefedeki doğruluk ölçütü, kavramın nesnesine uygunluğu ilkesi,
bunun bir mahpusluk değil bir ev sahipliği, hiç değilse kiracılık olduğu
yanılsamasını yaratır. Eleştirel felsefe, bir kavramsal kabuğu çatlatmak ve
içindekini serbest bırakmak için yine felsefi aygıtı kullanacaktır. Ama yönü
farklıdır; haklı çıkmaya çalışmayan, kendi kendine çelme atarak hedefine
ulaşan, yolunu yitirdiği ölçüde tüm felsefenin de yalanını göstermiş olacağını
bilen bir felsefedir bu. Negatif Diyalektik'te bunu şöyle tanımlar Adorno: "Bilginin ütopyası, kavram ile
kavramsal- olmayanı birbirine eşit kılmaksızın, kavramların kilidini açmak ve
kavramsal-olmayanı özgürleştirmek için yine kavramları kullanmak olmalıdır."[28] Ama bunu deneyen, çabasının gerçekten ütopik olduğunu da, bilir: "Her zamanki kadar
kuşkulu olmakla birlikte, felsefenin herşeye karşın başarabileceğine, çıkış ve
varış noktası olan kavramı aşabileceğine ve böylece kavramsal-olmayana
ulaşabileceğine güven duymak — bu güven, felsefenin terkedemeyeceği
özelliklerinden biridir. Aynı zamanda, ona çok çektiren saflıklardan biri...
Negatif diyalektiğin, önündeki katılaşmış nesnelere sızabilmek için kullandığı
araç, imkân kavramıdır: bir şeyin olabileceği umudu. Gerçeklik, imkân boyutunu
almıştır nesnelerin elinden, yine de hepsinde görebiliriz bu boyutu. Ama
şeylerin içinde pıhtılaşıp kalmış tarihe dilsel bir dışavurum sağlamak için ne
kadar çalışırsak çalışalım, kullandığımız sözcükler birer kavram olarak kalır."[29] Rahatlama yoktur.
***
"Eleştirel Teori", görece yeni
bir terimdir. Horkheimer, 1930'ların sonuna kadar, hatta daha sonra da kendi
felsefesini daha çok "maddecilik" ya da "maddeci
diyalektik" olarak adlandırıyordu. Bunda, üniversite bünyesi içinde çıkan
bir dergide Marksizm sözcüğünü kullanmaktan kaçınma çabasından çok (çünkü bunu
da kullanıyordu), o yıllarda doğal bilimlere ilişkin olarak daha umutlu
olmasının payı vardı. Ama II. Dünya Savaşı'nda modern teknolojinin yıkıcı
kullanımı iyice belli olup da doğal bilimciler buna kayıtsız kalınca,
Horkheimer kendi teorisiyle atom fiziği bilginleri arasında böyle ortak bir
zemin aramaktan vazgeçti. Akıl Tutulması'nda bu hayal kırıklığının izleri
belirgindir.
Kullanılan terim bir yana, belirli bir
maddeciliği, dinin pozitif rolüyle ilgilenmeye başladığı emeklilik yıllarında
bile savunmuştur Horkheimer. Ama bu, idealizmin basit karşıtı olan, düşünceyi
maddeye indirgeyen, maddi olmayanı gerçek saymayan bir maddecilik değildir.
Başka bir deyişle, Horkheimer, yansıma teorisine karşıdır; ikiciliği reddettiği
kadar, böyle bir tekçiliği de reddeder. 1933'te yazdığı "Maddecilik ve
Metafizik"te, herşeyi kapsayan bir temel ilke olarak madde kavramını
eleştirir. Engels’in Doğanın Diyalektiği'nde yaptığı gibi, o da genel bir felsefi madde kategorisini geçersiz
sayar: maddeden değil, belirli maddelerden söz etmek daha doğrudur.
Sovyetler’de hem felsefe hem de edebiyat eleştirisinde resmi teori haline gelen
yansıma teorisinin de doğa bilimlerinin ve psikolojinin daha ilkel bir evresini
yansıttığını söyler.
Yansıma teorisi, eğer arada maddi bir
engel yoksa, düşüncenin maddi gerçekliği öylece yansıtacağını öne sürer. Buna
göre düşüncenin, yansıtılan maddi gerçek üzerinde hiçbir kurucu ve dönüştürücü
etkisi yoktur. Düşünceyle madde arasında dolayım da yoktur. Böyle bir teori,
Marx'ın Feuerbach eleştirisinden habersizdir; maddi gerçeğin düşünceyle madde,
insanla doğa arasındaki etkileşimle belirlendiğini kabul et- mez. İnsan
algıları üzerinde, ideoloji, yanlış bilinç veya yabancılaşma gibi toplumsal
belirlenimlerin etkisini de hesaba katmaz: insan bilincinden bağımsız,
değişmeyen bir maddi gerçek vardır ve insanlar, eğer kötü niyetli ya da sakat
değillerse ve yeterli teknik olanaklara sahiplerse, şimdi değilse bile birgün
bu gerçeğe ulaşacaklar, yani onu doğru olarak yansıtacaklardır. Ama bütün
mutlakçılığına karşın, bu teorinin açıklamayı unuttuğu bir şey vardır: aynanın
niteliği. Maddeyi yansıtan nedir, tam olarak? Eğer farklı bir ilke değil de
yine bir mad- deyse, o zaman "düşünce" ve "öznellik"
terimlerine yer yoktur. Ama bu kez de bu beyinsel maddenin neden hep aynı
düzenlilik ve birörneklik içinde davranmadığını açıklama zorunluluğu ortaya
çıkar. Bu bir optik yanılsamaya indirgendiğinde de, yanılsamanın niteliği
sorunu karşımıza çıkar: bu "yanılsama"lardan felsefi, siyasal,
ekonomik sistemler doğmuştur tarihte. İster "yansıma",
ister"yanılsama", isterse "özgür irade", "tercih"
ya da "teori" adı altında olsun, düşünce ya da öznellik, bu indirgeme
sürecinin her adımında, büyük bir inatla yeniden karşımıza dikilir: ayrı birşey
değil, ama öbür kutuptur.
Yansıma
teorisinin dayanağı, insan duyularıdır.
Horkheimer, "pozitivizm" olarak tanımladığı yansıma teorisinin
"sezgicilikle ortak noktasının, herhangi bir teoriden etkilenmemiş,
dolaysız, ilksel verileri asıl gerçeklik sayması" olduğunu söyler[30]; ikisi de öznelcidir, biri açıkça, öbürü
safça, farkında olmadan. "Maddeciliğin pozitivizmle ortak yanı" der
Horkheimer, "ikisinin de ancak duyusal yaşantıda verileni gerçek olarak
kabul etmesidir... Ama maddecilik, duyuları mutlaklaştırmaz. Varolan herşeyin
kendini duyular aracılığıyla ortaya koyma gerekliliği, bu duyuların tarihsel
süreç içinde değişmediği veya dünyanın sabit yapıtaşları oldukları anlamına
gelmez... Teori, hiçbir zaman bütünüyle duyulara indirgenemez. Gerçekte,
psikolojinin son buluşlarına göre, duyular, dünyanın ya da zihinsel hayatın
temel yapıtaşları olmak şöyle dursun, ancak karmaşık bir soyutlama sürecinin
sonunda ortaya çıkan türevlerdir"[31]. Duyusal yaşantının kendi içinde de,
insan bilincine yansımayan bir özne-nesne etkileşimi sürmektedir; duyular, bu
etkileşimin ürünüdür.
Bu noktada, Horkheimer ile Adorno arasında
bir vurgu farklılığı sezilir. Horkheimer, Lukacs'a, Hegelci Markistler'in ilk
kuşağına ve Hegel’in kendisine Adorno'dan daha yakındır. Maddenin (duyuların)
önceliği temeli üzerinde madde-bilinç etkileşimini ve bilincin indirgenmez bir
kutupsallık olarak göreli özerkliğini bir kere kabul ettikten sonra o noktada kalır; genel
bir doğruda rahat etmiş gibidir. Adorno içinse
asıl düşman öznelciliktir; Negatif Diyalektik'te, "ancak nesnenin önceliğine geçmekle diyalektiğin maddeci
kılınabildiğini" söyler. Bu nesne, düşünceye, yani özdeşliğe ve
tanımlamaya indirgenmeyendir, ötekidir. Bu yüzden Adorno, maddenin veya gövdenin
önceliğini öne sürdükten sonra o noktada kalmaz, bu tezin de kategorileştirici öznel düşüncenin sinsi
bir "sızma harekâtı" olduğunu söyleyerek başka bir noktaya geçer.
Önemli olan, öteki ilkesinin korunmasıdır: Herşeyin kendinden başkaya saygı gösterme
yükümlülüğü ve daha önemlisi herşeyin kendinden başka olma hakkı.
Eleştirel Teori'nin maddeciliğinin,
"insan siyasal (veya ekonomik) bir hayvandır" türünden tarihüstü
antropolojik ilkeleri de reddettiğini söylemek gereksiz. Daha önemlisi, Marcuse
dışında bütün Frankfurtçular'ın, Marx'in özellikle 1844
Elyazmaları'nda emek kategorisine verdiği ontolojik ve antropolojik anlamı
reddetmeleridir. Bu metinlerde Marx, emeğin, insan özünün gerçekleşmesi
olduğunu öne sürer. Oysa Horkheimer ve Adorno, "insanın özü" gibi
felsefi antropolojik bir temel kabul etmezler; bunun yerine, Marx'in Feuerbach
Üzerine Tezler'de
ortaya koyduğu "kendi kendini yenileme ve değişme yeteneğine"
dayanırlar: insanın "toplumsal ilişkilerinin
bir
toplamı"
olduğu
görüşüyle yetinirler. Bunun da ötesinde, çalışmanın yüceltilmesinde kapitalist
toplumun temel ideolojisini görür Horkheimer. Alacakaranlık'ta, "emeği insan faaliyetinin aşkın
bir kategorisi haline getirmek, çileci bir ideolojidir... Sosyalistler bu genel
kavramı savunmakla kapitalist propagandanın aleti haline geliyorlar".[32] Marx, Gotha Programının Eleştirisi'nde sosyalistlerin herşeyi emeğe
indirgemelerini eleştirir: insanların dünyasının kuruluşunda, emeğin yanı sıra
doğanın da payı vardır. Walter Benjamin de "Tarih Felsefesi Üzerine
Tezler"de bunu temel alır: sosyalistlerin emeği yüceltişlerinde doğa
üzerindeki egemenliğin kutsanması yatmaktadır, sosyalistler "doğa
üzerindeki egemenlikte sadece ilerleme boyutunu görürler, toplumun gerilemesini
gözden kaçırırlar... Bu yeni emek kavramı, doğanın sömürülmesi anlamına
gelmektedir; bunu, çok safça, proletaryanın sömürülmesinin karşıtı olarak
görenler var"[33].
Eleştirel Teori’ye göre, insanın bazı
kalıcı niteliklerinden söz edile- bilse de, bunlar arasında emeğin yanı sıra
dil, ifade, mimesis (taklit yetisi), kısaca çeşitli simgesel eylem biçimleri de vardır. Akıl Tutul-
ması'nda
Horkheimer, insanın doğaya öykünmesi anlamında mimesis'in, doğa-insan ilişkisinde, egemenlikten
de teslimiyetten de farklı olan bir boyut açabileceğini söyler. Haz ilkesi de en az çalışma kadar insani bir özelliktir
Horkheimer'e göre; maddeciliğin tek sabiti, insanların ancak bu dünyada
mutlu olabileceği ve bundan başka da bir dünya olmadığı
önermesidir.
**
Sosyalizm, ilk ütopyacılardan beri, tarihsel
ilerlemeye sarsılmaz bir güven duymuştur. Adil, eşitlikçi, akılcı bir düzen bir
gün mutlaka kurulacaktır. Mutlak adalet düşüncesi, telaffuz edilmese bile,
bilimsel sosyalizme heyecanını ve ütopik gerilimini kazandıran ilke olmuştur
hep. Adorno'nun başyapıtının "Final" bölümü de böyle bir inancı
yansıtan bir cümleyle başlar: "Umutsuzluğun egemen olduğu yerde, sorumlu
bir biçimde uygulanabilecek tek felsefe, herşeyi, kurtarılmanın, bağışlanmanın
açısından görme çabasıdır."[34] Ama Eleştirel Teori'de, sosyalist geleneğin "muzaffer
iyimserliğini" benimseyemeyen bir yan da vardır. Abdülhak Şinasi Hisar,
kitaplarından birinde, çok güzel ve henüz çok genç bir kadını gördüğünde kendini saran kederi anlatır: genç kadında,
"gelecek ve geçecek zamanlan" görmüştür.
Horkheimer 1933'te şöyle der: "Durumu
değiştirme konusundaki bütün iyimserliğine ve insanlar arası dayanışmadan doğan
mutluluğa verdiği büyük değere karşın, bir maddecide karamsar bir damar da
vardır. Geçmiş adaletsizlikler hiçbir zaman geri alınamayacak; geçmiş
kuşakların acıları giderilemeyecek. İdealist çevrelerde de bir kötümserlik
vardır ama, dünyanın bugünü ve geleceğiyle ilgilidir: insanların çoğunluğu için
gelecekte dünyevi bir mutluluk olasılığım reddeder... Oysa maddecinin hüznü,
geçmiş olaylarla ilgilidir."[35] Horkheimer'in yazılarında hiç silinmeyen bir izlektir bu. Turgut
Uyar'ın, "kalın ve karanlık bir çatı merdiveni gibi / giderilmez
eksikliğini tanırım onun" dizeleriyle başlayan "Acının Tarihi"
şiirini anımsatır. 1950'lerde yazdığı bir yazıda da şöyle der: "Dinsel
özlemin yerini bilinçli toplumsal pratik aldığında bile kaybolmayan bir
yanılsama vardır... Eksiksiz bir adalet hayalidir bu. Böyle bir şeyin tarihte
gerçekleşmesi imkânsızdır. Çünkü daha iyi bir toplum kurulup da bugünkü
kargaşaya son verse bile, geçmiş çağlarda yaşanmış sefaletin giderilmesi ve
doğanın acılarının dindirilmesi mümkün olmayacaktır."[36]
* * *
II. ve III. Enternasyonal Marksizmleri’nde
Hegel sisteminin "tersine çevrilerek" maddecileştirilmesi,
Marksizm'in bir evrimsel determinizm olarak yorumlanmasıyla sonuçlanmıştı.
Nasıl Hegel'in nihai sistemi, eski felsefelerin ve dünya görüşlerinin eksiklik
ve çelişkilerinin içinden kaçınılmaz olarak doğuyorsa, sosyalizm de eski
toplumsal sistemlerin çelişkilerinin sonucu olarak ortaya çıkacaktı. Birinde
hareketi sağlayan dünya tini ise, öbüründe üretici güçlerle üretim ilişkileri
arasındaki çelişkiydi. Ve her iki görüş de, yandaşlarına, dünya tarihini bir
bütün olarak görme, kavrama imkânı veriyordu. Her ikisi de, tarihin tamamlanmış
olduğu bir noktadan bakıyordu dünyaya; başka bir deyişle, gelecek düşüncesini
reddediyorlardı, çünkü gelecek, esas olarak geçmişin içinde vardı.
Horkheimer, böyle bir "tamamlanmış
diyalektik" yerine, açık uçlu bir diyalektiği önerir: "(Metafizik)
her zaman bütünü bilme, şeylerin tamamını, sonsuzu bilme iddiasını içerir...
Ama eğer kavramla varlık arasında indirgenmez bir gerilim varsa, hiçbir önerme
kusursuz bilgi iddiasında bulunamaz."[37] Kavramlar ve düşünce sistemleri de tarihin içindedir: onlar da
akladıkları ya da eleştirdikleri gerçeklik kadar eksiktirler. "Bir
eksiklik ya da çarpıklığı kavramlaştırmak onu aşmak demek değildir; kavramlar
ve teoriler, bu eksikliğin giderilmesi için bir dürtü, bir önkoşul yaratırlar,
o kadar... Dünyada, düşüncenin çözmeyi üstlendiği ebedi bir bilmece, ebedi bir
dünya gizi yoktur... Diyalektik, kendi kendini belirleyen ve kendi başına bir
bütün oluşturan bir bağımsız düşünce kavramıyla olan bağlarını kopartabilirse,
diyalektiğin belirlediği teori de vahiy kesinliğini ve nihai geçerlilik gibi
bir metafizik niteliği de arkada bırakır ve insanların hayatı içinde, kendisi
de geçici olan bir öğe haline gelir... Açık uçlu maddeci diyalektik, 'akla
uygun olan'ın tarihin herhangi bir noktasında tamamlanmış olduğunu kabul etmez,
sadece düşünceleri sonuna kadar geliştirmek ve nihai sonuçlarına ulaştırmakla
çelişkileri ve gerilimleri giderebileceğini, tarihsel dinamiği sonuca
ulaştırabileceğini
düşünmez."[38] Doğruluğun her türlü teorik ölçütüne uyan bir
düşünce bile başarıya ulaşmadan geçip gidebilir. "Akla uygun olanı pozitif
olarak gerçekleştirmek için, çelişkileri düşünceden çözmek ve aşmak yeterli
değildir. Bunun için, bilinçli insanların tarihsel mücadelesi gereklidir. Ama bunun
sonucu da, saf teorik bir temel üzerinde kalarak kestirilemez. 'Tarihin seyri'
gibi bütünlükçü bir kavram burada belirleyici olamaz."[39]
Bu açık uçlu diyalektik o kadar da güler yüzlü
bir kavram değildir; her türlü tarihsel belirlenmeden kurtulmuş 'özgür
iradelerin' istediklerini yapabilecekleri anlamına gelmez. Tarihin sonucu
önceden belli değildir ama, her an belli sınırları da vardır. Klasik Alman
felsefesine hem daha yakın hem daha uzak olan Adorno, bu noktada negatif bir
gerçekçiliği elden bırakmaz: "Evrensel tarih hem tasarlanmalı hem de
yadsınmalıdır. İnsanlığın başına gelen ve daha da gelecek olan felaketleri göz
önüne aldığımızda, daha iyi bir dünya planının tarihte tezahür ettiğini ve
tarihi bütünleştirenin de böyle bir plan olduğunu öne sürmenin, insanlarla alay
etmek demek olduğunu görürüz. Yine de, tarihin süreksiz, kopuk, parçalanıp
gitmiş anlarını ve evrelerini birleştiren bir bütünlük vardır: doğa üzerindeki
denetimle başlayıp insanlar üzerindeki tahakkümle devam eden ve sonunda insanın
iç doğasını denetim altına almaya yönelen bir çabanın getirdiği bütünlüktür bu.
Vahşetten insanca bir hayata giden bir evrensel tarih yoktur, ama sapandan
megaton bombaya ulaşan bir tarihin olduğu söylenebilir."[40]
Tarihi birleştiren, acıdır.
Hegel, şeylerin ancak birbirleriyle
bağlantıları içinde ve gelişimlerinin son noktası açısından anlaşılabileceğini
düşünerek, "doğru, bütündür" diyordu. Adorno: "Bütün, yanlıştır."[41] Ama bireyin ve tikelin bakış açısı da savunulamaz: "Filozofların
bir zamanlar hayat adını verdiği şey, önce bireysel varoluş alanına, şimdi de
sadece tüketime indirgenmiştir: herhangi bir özerkliği ve kendine ait bir tözü
olmayan, bir ilave olarak maddi üretim sürecinin ardından sürüklenen birşey.
Hayatı dolayımsızlığı içinde öğrenmek, doğruluğunu bilmek isteyen kişi, onun
yabancılaşmış biçimini, bireysel varoluşu en gizli sağanaklarında bile
belirleyen nesnel güçleri incelemek zorundadır. Dolayımsız olandan dolayımsızca
söz etmek, kuklalarını ucuz mücevher gibi çoktan kaybolmuş tutkularla süsleyen
ve aslında makinenin parçalarından fazla birşey olmayan insanları sanki hâlâ
özne olarak davranabilecek insanlar gibi gösteren romancıların yaptığını yapmak
olur. Hayat perspektifimiz, artık hayat olmadığı gerçeğini saklayan bir
ideolojiye dönüşmüştür."[42] Ama herşey, yine de bu kuklalara bağlıdır: "Hayatı üretimin uçucu
bir görüntüsüne dönüştüren ilişki, bütünüyle akıldışıdır. Araçlar ve amaçlar
yer değiştirmiştir. Bu durumun çarpıklığına ilişkin bulanık bir bilinç hâlâ
hayattan bütünüyle silinememiştir. İndirgenmiş ve alçaltılmış öz, kendini bir
dış görünüşe dönüştüren büyüye karşı tutunmaya, direnmeye çabalamaktadır,
güçsüzce. Üretim ilişkilerindeki değişme de, büyük ölçüde, üretimin yansıması
ve doğru hayatın karikatürü olan 'tüketim alanında', insanların bilincinde ve
bilinç-dışında olup bitenlere bağlıdır. İnsanlar, ancak üretime karşı çıkarak,
insana yaraşan bir başka üretim düzeni getirebilirler. Tüketim, bu hayat
görüntüsünü yanlış nedenlerle savunmaya çalışıyor bugün; ama eğer bu görüntü de
büsbütün silinecek olursa, mutlak üretimin canavarlığı egemen olur." [43]
Kendi güçsüzlüğünü bilen ve bu bilinçten ötürü
daha güçlü de olmayan akla bağlıdır herşey. Ama akıl da, rasyonalizmin herşeyi
kuran, herşeyi bilen, rehavet içindeki aklı değildir. Dünyaya, kendi dışından
dayatılacak bir akıl yoktur. Adorno, kendisine fazla dolaysız, fazla iyimser
gelen "mahşeri devrim" perspektifine inanmamaya çalıştığı Benjamin'e
borcunu öder: "Kurtuluşun, kurtarılmanın dünyaya saçtığı ışıktan başka
ışığı yoktur bilginin; bunun dışında herşey kurgudur, tekrardır, sadece
tekniktir. Perspektifler oluşturulmalı, öyle perspektifler ki dünyayı yerinden
uğratsın, yadırgı kılsın, ona bütün çatlakları, kırışıklıkları, yara izleriyle
birlikte bir gün mesihin ışığında görüneceği gibi göstersin. Hafifliğe ya da
düşünsel tedhişe kaymadan, sadece nesnelerle hissedilmiş bir ilişki yoluyla
böyle perspektiflere ulaşmak — düşüncenin görevi sadece budur. En kolay şeydir
bu, çünkü durum bunu istemektedir bizden, çünkü sonuna kadar götürülen
negatiflik, adı konduğu zaman, kendi karşıtının aynası olur. Ama aynı zamanda
imkânsız olan şeydir; çünkü varoluşun dışında duran, bir milim bile olsa
dışında duran bir bakış açısını gerektirir; oysa hepimiz biliyoruz ki, herhangi
bir bilgi ancak varolandan elde edilebilir, ama böyle olduğu için de, kaçmaya
çalıştığı sefalet ve çarpıklığın izlerini taşır."[44]
Dünyaya dıştan dayatılan bir aklı reddetmek ama
görünen gerçekliği de öylece kabullenmemek — Eleştirel Teori'nin diyalektikten
beklediği buydu. Gerçeklik akıl açısından eleştirilmeli,
ama akıl da ebedi ve aşkın
bir ideal olarak alınmamalıydı. Üstelik doğrunun değişmezliğinin yadsınması,
kuşkuculuk ya da görecilik (rölativizm) demek değildi.
Horkheimer, Hegel'in herşeyi anlayan ve herşeyi
hoşgören göreciliğini eleştirirken, mutlak doğruların olmadığı bir dünyada
insanların yarı-doğruları savunmak zorunda olduğunu söyler: "Tarihte
birbiriyle çatışma içine girmiş bütün tikel görüşlerin, gruplara ait inançların
ve bütün karşı reform çabalarının şimdi aşılmış ve tasfiye edilmiş olduğu
iddiası; hiçbirinin yanında bilinçli olarak yer almaksızın her görüş açısının
kısmi doğruluğunu kabul eden ve nihai sınırlılığını gösteren, herşeyi kapsayan
bir düşünce kavramı — işte burjuva göreciliğinin özü de bu dogmatik iddiada
yatar. Her görüşü ve her tarihsel kişiyi temize çıkarma ve geçmiş devrimlerin
kahramanlarına da tarihin sofrasında, karşı devrimlerin muzaffer komutanlarının
yanında bir yer açma çabası, burjuvazinin hem mutlakiyetçi restorasyona hem de
proletaryaya karşı iki cephede savaşmasıyla belirlenen bu yüzergezer nesnellik,
Hegel'in sisteminde şu idealist mutlak bilgi tutkusuyla birlikte egemen
olmuştur... Zaman bizden katı bir açıksözlülük ve tikel doğrularla hakların
savunusunu beklediği ölçüde, böyle bir tarafsızlığın insanlık dışı niteliği de
açığa çıkar. "Koşulların değişmesiyle her teorinin düzeltilmesi
gerekebilir ama daha sonraki bir düzeltme, eski bir doğrunun eski bir yanlış
olduğu anlamına gelmez."[45] Akıl Tutulması'nda da, "bugünkü koşullarda özneyle nesne veya
sözcükle şey bütünleştirile- mediği ölçüde, olumsuzlama ilkesi gereğince, sahte
mutlakların yıkıntıları arasından göreli doğrulan kurtarmak zorundayız"
der.
İyi ama bir önermenin
göreli ya da kısmi de olsa doğruluğu
nasıl belirlenebilir? Akıl ile gerçeklik, teori ile pratik arasındaki ilişki —
özdeş olmadıklarına göre— nasıl tanımlanabilir? Üyelerin kişisel farklılıkları
dışında, Frankfurt Okulu bu soruları üç düzeyde cevaplandırmaya çalışmıştır:
disiplinler-arası araştırma, ideoloji eleştirisi ve teorinin doğrulanmasında
tarihsel pratiğin rolü.
***
Horkheimer, daha ilk yazılarından beri, çeşitli
disiplinleri bütünleştiren bir yaklaşımın zorunluluğuna değinmişti. Bütünlük
kavramı, Lukacs'taki kadar olmasa da Frankfurt Okulu’nun, özellikle de Horkhei-
mer'in çalışmalarında düzenleyici bir ilke olarak önemli bir yer tutuyordu.
Horkheimer'in bu kavrama verdiği yer, klasik Alman felsefesindeki anlak (verstand )-akıl (vernunft) ayrımına bağlıdır.
Descartes'ın özne ile nesneyi kesin olarak
birbirinden koparan ikiciliğinin Batı düşüncesi açısından belirleyici bir
sonucu olmuştur: akıl, sadece özneye ait bir nitelik, sayılmaya başlanmıştır.
Nesne ise, düzensiz, karışık bir yığındır. Aklın görevi,
bu yığını ayrıştırmak, sınıflandırmak
ve kullanmaktır. Bu, Akıl Tutulmasında Horkheimer'in "öznel akıl" adını verdiği anlaktır.
Parçalayıcı, analitik ve biçimseldir; şeylerin dış biçimleriyle, görünüşleriyle
ilgilenir ve kopukluklarını temel alır. Ama Kant ve Hegel'de bundan daha yüksek
bir kavrayış düzeyi de vardır: akıl. Horkheimer, Hegel'in izinden giderek buna
da "nesnel akıl" adını verir. Nesnel akıl, öz ile görünüş arasında,
özne ile nesne arasında parça ile bütün arasında bir bağlantı olduğunu
görebilen akıldır. Dünyanın parçalanmış, bölünmüş görüntüsünü daha yüksek bir
birlik ideali adına eleştiren de bu akıldır.
Frankfurtçular, diyalektiği öncelikle vernunft'un (maddeci) bir uzantısı olarak görürler. Ama bu, anlağın toptan
reddedilmesi anlamına da gelmez. Analitik mantığın ilkeleri yanlış değil
yetersizdir. Hegel'in önemi, Aydınlanma felsefesinin (daha sonra da pozitivizmin)
akıl-dışı olarak bir yana bıraktığı konu, alan ve eğilimleri de içerebilecek
ölçüde kapsamlı ve derin bir akıl kavramı önerebilmesindendir.
Horkheimer, buna göre, toplumsal felsefenin
önermelerinin, ampirik bilimlerin en gelişmiş yöntemleriyle ve sonuçlarıyla
karşılaştırılmasının sınanmasını önerir. Öte yandan, psikoloji, psikanaliz,
biyoloji, fizik bilimleri ve ampirik sosyoloji gibi bağımsız disiplinler
arasında da bir iletişim kurulmalı, bunların tarihsel bütün açısından bir
değerlendirilmesi yapılmalıdır. Bu noktada, "öz", "biçim",
"görünüş" ve "eğilim" gibi felsefi kategorilere iş
düşmektedir. Bunları anlamsız bularak bir yana iten bilim adamı, kendi
pratiğini tarihsel açıdan değerlendiremez. Bütünden kopuk, öylece duran
"olgular" la, "gerçekler"le sınırlı kalır. Marcuse'nin
dediği gibi, Marksist diyalektik, "olumsuz- lama" ya da yadsıma
kategorisinin yardımıyla bu olgusallığı aşabilmiştir: "Hegel için olduğu
gibi Marx için de diyalektik, gerçekliğin içinde varolan olumsuzlamanın
'hareket verici ve yaratıcı ilke' olduğu görüşüne dayanıyordu. Diyalektik
'olumsuzluğun (négativité) diyalektiğidir'. Her olgu, saf bir olgudan fazla
birşeydir; gerçek olasılıkların olumsuzlanması ve kısıtlanmasıdır. Ücretli emek
bir olgudur, ama aynı zamanda, insan ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir özgür
çalışmanın kısıtlanmasıdır da. Özel mülkiyet bir olgudur, ama aynı zamanda
insanın doğa üzerindeki kolektif tasarrufunun yadsınmasıdır."[46] Diyalektik, ampirik bilimlerin donmuş olgularını çözer, onlara
akışkanlık, tarihsellik kazandırırken, kilitlenmiş imkânları da gösterir.
Enstitü içinde Benjamin etkisinin (Benjamin'in
intiharından sonra) artmasıyla birlikte, özellikle Adorno'nun yazılarında yeni bir
"bütünsellik" kavramı belirginleşmiştir. "Bütünün tikelin
üstünde ya da ötesinde değil, tikelin içinde" aranması, incelenmesi,
görülmesidir bu: "Toplum bir 'sistem'dir; bu demektir ki her tekil
toplumsal alan ya da ilişki, çeşitli biçimlerde, bütünü içerir ve yansıtır."[47] Eleştirel Teori, edebiyatın yöntemlerini de
kullanarak, tikelin içindeki tarihi gösterecektir. Burada, bütünlük kategorisi
kadar, "dolayım" kategorisi de önemlidir. Bütün yekpare değil,
parçalı bir bütündür. Parçalar ancak bütünle bağlantıları içinde
anlaşılabilirler, ama bütün de farklılıklar, kopukluklar, çatlaklar, silinmiş
yüzeyler, budanmış boyutlar içerir. Bütünü yüceltmek, Adorno'nun hep uyardığı
gibi, o bütün görüntüsünün ardında gizlenmiş tikel, kısmi çıkara teslim olmak
anlamına gelebilir. Lukâcs'ın 1930'dan sonra Stalinizm'e boyun eğişinde, SSCB’de
"sosyalizmin kuruluşunu" çağın bütünleştirici doğrusu olarak görmesi
rol oynamıştır.
* * *
Frankfurt Okulu'nun çalışmalarının büyük
bölümü, "ideolojilerin eleştirisi" başlığı altında toplanabilir.
İdeoloji, Frankfurt Okulu için, bir siyasi akımın hatta bir sınıfın sistematik
dünya görüşü değildir. Marx'ın Alman İdeolojisi'ndeki tanımıyla da (hâkim sınıfın, ezilen sınıflarca
da paylaşılabilen, yanlış, çarpık düşünceleri) yetinmezler. Daha çok Marx'ın Hegel'in Hukuk
Felsefesinin Eleştirisi'nde ortaya koyduğu ideoloji tanımıyla (normatif
olarak doğru ama ampirik olarak yanlış bilinç), Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı'daki tanımının (nesnel açıdan zorunlu bir yanılsama, fetişizm) ve Nietzsche
ile Freud'un düşüncelerinin gergin bir bileşiminde ısrar ederler.
İdeoloji kavramı, bu tanım açısından, görünüşle
gerçek arasında bir uzaklık olduğunu varsayar. Bu bilinç içeriğinin
"normatif olarak doğru ama ampirik olarak yanlış" olmasının tipik bir
örneği, adalet düşüncesidir; bu düşünce kendi içinde doğrudur ama pratikte
gerçekleştirilmiş bir ilke olarak görünmesi yanlıştır. Nesnel açıdan zorunlu
yanılsamaların tipik örneği de ekonomik kategorilerdir: insanlar arası
ilişkiler, kapitalizmde şeyler arası ilişkilere dönüşmüştür, bu nesnel bir
olgudur, ama yine de ardında yitik bir insani gerçeklik vardır. Nietzsche,
özellikle dinsel ve felsefi kategorilerin kökeninde yatan vahşeti ve
iktidar/denetim tutkusunu göstermiştir. Freud da bu vahşetin inceltilmesi ve
yüceltilmesiyle, köken unutulmasa bile, şefkate, insanlar arası ilişkiye
varılabileceğini anlatmaktadır.
Açıkça; bu dört öğe oldukça huzursuz bir birlik
oluşturur. Bazen Adorno'nun yazılarında infilak eden bir bütündür bu,
dağılabilir. Yine de Frankfurt Okulu, sosyal bilimlere en ciddi katkılarından
birini bu alanda, içkin eleştiri kavramıyla yapmıştır.
Eleştirel Teori, düşüncelerle gerçek arasındaki
açıklığı ölçme çabasıdır. Kullandığı yöntem de içkin (immanent) eleştiridir.
İçkin eleştiri, Akıl Tutulması'nda söylendiği gibi, "tarihsel bağlamı içinde, varolanın karşısına
kendi kavramsal ilkelerinin iddialarıyla çıkmak, böylece ikisi arasındaki
ilişkiyi eleştirmek ve onları aşmak" demektir. Bir olguyu, kendi ilkesiyle
eleştirmektir bu. Dayandığı varsayım da, olgu ile kavram arasındaki
"indirgenmez gerilim"dir.
Horkheimer ile Adorno'ya göre, Marx’ın ekonomi
politik eleştirisinde kullandığı yöntem de içkin eleştiriden
başkası değildir. Marx, bu
eleştiriye meta kavramıyla başlar. Bu görünüşte bir özdeşliktir: metanın
değeri, kendi içindeki birikmiş ortalama emek süresine eşittir. Ekonomi politik
bunun bir meta olarak emek gücü için de geçerli olduğunu söyler. Doğrudur. Ama
Marx, ekonomik kategorileri sonuna kadar zorlayarak gizlenmiş eşitsizliği
göstermiştir: emek gücünün değeri, kendi yeniden-üretim için gerekli olan emek
süresine eşittir ama, kendi ürettiği değere eşit değildir, daha azdır, sömürü
vardır. İşte bu eşitsizlik, özdeş-olmayandır, sığmayan, fırlayan
dirsektir. (Buradan,
"üretken emek-üretken olmayan emek" tartışmalarıyla, sömürüdeki
özdeşlik-dışı, kavram-dışı, negatif niteliği yeniden pozitif bir kavramsal
sistem haline sokmaya çalışan ve ekonomi politik eleştirisini yeniden ekonomi
politiğe döndüren çağdaş pozitivist Marksistler’in iktisat teorilerine de örtük
bir eleştiri çıkarılabilir. Horkheimer ve Adorno bununla ilgilenmediler.)
İçkin eleştiri, bir nesnenin kendi kavramsal
ilkeleri ve ölçüleriyle işe başlar, bunların uzantılarını ve sonuçlarını
geliştirir. Sonra nesneyi yeniden bu sonuçlar açısından kurcalar,
değerlendirir. Eleştiri, nesnenin dışındaki bir ölçüte dayanmaz (böyle yapmak,
özne ile nesnenin kesin ikiliğini kabullenmek olur), "içerden"
hareket eder. Araştırmacının karşısındaki nesne, özdeşlik ve farklılığın
birliğinden oluşmaktadır, çelişkilidir. Nesnenin kendisi hakkındaki görüşü
(eşitlik ideolojisi) nesnenin gerçekliğiyle olumsuzlanır. Kendi ölçütleri
açısından başarısız kaldığı gösterilir. Ama bu, söz konusu ölçütlerin
kabullenilmesini de gerektirmez: bunların, çelişkili gerçeği gizlemekte
oynadığı rol de pratik açısından eleştirilir. Kavramla nesnenin karşılıklı
eleştirisi yoluyla, nesnenin tarihi içinde gömülü kalmış boyutların,
kullanılmamış seçeneklerin, girilmemiş yolların varlığı duyurulur.
İçkin eleştirinin en geniş tanımını Adorno,
pozitivistlerle bir tartışma içinde vermiştir. Adorno, burada "öznel
aklın" yöntemi nesnenin dışından getirme eğilimine karşı çıkar:
"Nesnenin yapısını izlemek ve onu kendi içinde hareket sahibi olan bir
nesne olarak kavramsallaştırmak isteyen kişi, nesneden bağımsız bir yöntemi
olmadığını bilmelidir."[48] Bir başka yerde de, Marx'ın, "kavramsallığın sadece bilen öznenin
kavramsallığı olmadığını... bizatihi gerçeklik içinde de hüküm süren bir
kavramsallık bulunduğunu gösterdiğini" söyler. [49]
İçkin eleştirinin karşıtı, aşkın
(transcendental) eleştiridir: dışsal ölçütlere
özellikle de varolan gerçekliğe dayanan eleştiri. Adorno, içkin eleştirinin üstünlüğünü
gösterir: "Mübadele ilkesinin, insan emeğinin ortalama çalışma süresi gibi
bir soyut tümel kavrama indirgenmesi, temelde özdeşleme ilkesine bağlıdır.
Mübadele, bu ilkenin toplumsal modelidir ve bu ilke olmadan da mübadele olmaz;
özdeş olmayan bireyler ve faaliyetler ancak mübadele yoluyla birbirleriyle
kıyaslanabilir ve özdeş duruma gelir, ilkenin yayılması, bütün dünyayı özdeş
olmaya, tümel olmaya zorlar. Ama eğer bu ilkeyi soyut olarak reddedecek olursak
—yani, niteliğin indirgenmezliğini yüceltmek adına, eşitliğin ve karşılıklılık
ilkesinin geçersizleşmesini isteyecek olursak— çok eski bir adaletsizliğe geri
dönmek için mazeret hazırlamış oluruz sadece. Eskiden beri, eşdeğerlerin
mübadelesinin başlıca özelliği... emeğin artık değerine el konulmasına zemin
hazırlamak olmuştur. Ama bir ölçü kategorisi olarak karşılaştırılabilirlik
öylece kaldırılacak olursa, mübadele ilkesinin içinde yatan —kuşkusuz bir
ideoloji olarak, ama aynı zamanda bir vaat olarak— rasyonel öğe de yerini
düpedüz zorbalığa, dolaysız el koymaya ve günümüzde de tekellerin ve kliklerin
çıplak ayrıcalıklarına bırakmış olur."[50] Bu pasaj, ideolojinin gergin birliğini kendinde
toplayan ender pasajlardan biridir. Eşdeğerlerin mübadelesi ilkesi bir
ideolojidir: eşitsizliği gizlemektedir. Toplumsal olarak zorunlu bir
yanılsamadır: topluma dıştan zorlanmamış, ekonomik süreçler içinde, bu
süreçleri kolaylaştırmak üzere, kendiliğinden doğmuş ve zihinlerde yer
etmiştir. Ama bir normatif doğruyu, bir gün gerçekten eşitlik olabileceği
vaadini de taşımaktadır. İdeolojinin soyut olarak yadsınması, yani bir başka
ideolojiye dayanılarak yadsınması, (ideolojinin aşkın eleştirisi) sadece daha
geri sömürü biçimlerini meşrulaştırmak anlamına gelecektir. Gerçeklik,
Adorno'ya göre, kendi özdeşlik ilkesi adına suçlanmalı, ama bunu yaparken bu
ilkeye de teslim olunmamalı,
niteliğin niceliğe dönüştürülmesi de kuşkuyla karşılanmalıdır.[51]
Akıl Tutulması'nda Horkheimer dinin ve bireyci liberal ideolojinin de içkin eleştirisini
yapar. "Bireyin Yükseliş ve Düşüşü" başlıklı bölümde, bireyciliğin
bir yandan özgür birey vaadini tarihte ilk kez gündeme getirirken, bir yandan
da bireyi daha baştan ölü doğmaya mahkûm ettiğini söyler; kapitalizm bireyin
görünmesi ve kaybolmasıdır.
(Yeri gelmişken, Frankfurt Okulu'nun, Stendhal'in "mutluluk vaadi"
kavramına çok şey borçlu olduğunu da belirtmeli.)
Bununla birlikte, Frankfurt Okulu, içkin
eleştiri konusunda da rehavete kapılmaz. Özellikle Adorno, içkin ve aşkın
eleştirilerin birbirini dengelemesi gerektiğini
söyler. Her iki eleştirinin de iç sorunları
vardır. "Kültürel Eleştiri ve Toplum" başlıklı bir yazısında,
içkin eleştirinin, kültürel normları temel alışıyla, zihnin özerkliğini iddia
etme ve kültür biçimlerinin tarihten bağımsız bir iç dinamiği olduğunu savunma
hatasına düştüğünü öne sürer. Kültürü kendi ölçütleriyle değerlendirmek, Adorno'ya
göre, tarihin kültür üzerinde
bıraktığı yara izlerini görmemek ve kültürün ezenler-ezilenler ayrımına
dayandığını farketmemek anlamına gelir. Sorumlu bir kültürün hep suçlu, hatta
depresif bir öğe taşıması gerektiğini bile söyler. Müzik, kökeninde yatan o
vahşi çığlığı, rakibini öldüren ilk insanın zafer çığlığını hiç unutmamalıdır.
Buna karşılık, aşkın eleştiri de, kültürel
biçimlerin varolan sınırlı bağımsızlığını da reddetmekle (1930'dan sonra Lukacs
bu konuma çok yaklaşmıştır), kültürün gerçekteki bağımlılığını hazırlayan
güçlerle, piyasa ekonomisiyle ve devlet aygıtlarıyla bilinçsiz (kimi zaman da
pek bilinçli) bir işbirliği içine girmektedir. Özellikle II. Dünya Sava-
şı’ndan sonra Frankfurtçular, bütün ideolojik (yanılsama ve yanıltma)
niteliğine karşın kültürün has ürünlerinin pratikte gerçekleşmemiş olan bir
direnç öğesi, bir doğruluk anı içerdiğini vurgulamışlardır. Aşkın eleştiri, Adorno'ya
göre, kültürün göreli özerkliğini yadsımakla, piyasanın, ekonomik çıkarın ve
siyasal baskının çıplak bağımlılığını teslim olma tehlikesini getirmektedir.
Aşkın eleştiri, yekpare, birörnek bütünle ilgilidir ve tikeli çeşitli
dolayımları ve farklılığı içinde inceleme zahmetinden kaçınmaktadır. Yine de,
hiçbir diyalektik eleştirinin vazgeçmeyeceği o bütünlük imgesini (yabancılaşmış
ve şeyleşmiş de olsa) koruyan da aşkın eleştiridir ve gelecekteki bir radikal
politikanın her türlü yabancılaşmaya karşı ihtiyaç duyacağı tek yanlı açık
sözlülük de böyle bir eleştiriyi gerektirir.[52] Ama yabancılaşmış, şeyleşmiş bir dünyayı temel alan aşkın eleştiride
karşı çıktığı barbarlığa fazlaca yakındır.
Adorno'ya göre hedef, bu iki tür eleştirinin
gergin birliğini korumaktır. Ama bu da yeterli değildir: Minima Moralia'da, diyalektiği
bekleyen tehlikeye işaret eder: "Ustaca diyalektik olan düşünce,
diyalektik-öncesi evreye geri döner: büyük bir huzur içinde, herşeyin iki
cephesinin olduğunu gösterme çabası."[53] Şöyle de söylenebilir: hiçbir yöntem ya da
ilke, insanı her tekil durumda yeniden düşünme ve yeniden kaygılanma
yükümlülüğünden kurtarmaz. Aptal olma hakkı elimizden alınmıştır.
İster içkin ister aşkın, hiçbir eleştirinin
kendi başına dünyayı değiştirme gücü yoktur. Horkheimer bu kitapta, "bunu
varsaymanın felsefeyi tarihin idealist yorumuyla karıştırmak ve ideal ile
gerçek arasındaki, teori ile pratik arasındaki temel farkı gözden kaçırmak anlamına geldiğini" söyler.
Frankfurt metodolojisindeki üçüncü öğe de teori- pratik ilişkisidir.
***
Marx, Birinci Enternasyonalin ikinci
kongresinde yaptığı konuşmada şöyle der: "Devrimciler bazen bunalımın
mutlak olarak çözümsüz olduğunu kanıtlamaya çabalıyorlar. Bu yanlıştır. Mutlak
olarak umutsuz bir durum diye birşey yoktur... Durumun 'mutlak' olarak çıkışsız
olduğunu önceden kanıtlamaya çalışmak bilgiçliktir, kavramlarla ve sloganlarla
oynamaktır. Bu ve benzeri sorunlarda sadece pratik bir' kanıt' getirilebilir."[54]
Horkheimer'in doğruluk ve teori-pratik ilişkisi
konularındaki tutumu da başlangıçta bundan farklı değildir. Pratik, sadece
siyasal değil, aynı zamanda epistemolojik bir kavramdır: doğruluğun
ölçülmesinde belirleyici bir rolü vardır. Laboratuvar deneylerinin öneminden
söz ettikten sonra şöyle der: "İnsan ve toplumla ilgili düşüncelerin
doğrulanması ve kanıtlanmasında, laboratuvar deneyleri ve belge incelemesi
yeterli değildir, inançların belirleyici bir rol oynadığı tarihsel mücadeleler
gereklidir. Bugünkü toplumsal düzenin esasta uyumlu bir düzen olduğu yolundaki
yanlış görüş, uyumsuzluğu ve çöküşü hızlandırarak kendi pratik yalanlanmasında
aktif bir etken olarak rol oynar. Bunalımların derinleştiği ve yıkımların
yaklaştığını söyleyen doğru teori ise, kuşkusuz, hergün tikel durumlar içinde
doğrul anmaktadır. Ama bu teorinin içerdiği daha iyi bir dünya imgesi,
insanların bugünkü düzen tarafından yadsınan yaratıcı kapasiteleri düşüncesi,
tarihsel mücadeleler içinde tanımına kavuşur, düzeltilir ve doğrulanır. Öyleyse
faaliyet bir ek olarak, düşünceden sonra gelen ve onu etkilemeyen birşey olarak
görülmemelidir: faaliyet, her noktada teoriye dahildir... Ama doğrunun
düzeltilmesini ve yeniden tanımlanmasını üstlenmiş olan tarih değildir ki,
bilen özne de sadece arkasına yaslansın ve kendi tikel doğrusunun bile bütün
doğru olmadığının bilinci içinde pasif bir gözlemci rolünü üstlensin. Tersine,
doğrunun gelişmesi, ona sahip olan insanların onu kararlı biçimde savunmasına,
uygulamasına, ona uygun davranmasına ve onu gerici, dar, tek yanlı görüşlere
karşı iktidara getirmesine bağlıdır. Bilme süreci, yaşantılardan öğrenmeyi ve
teorik kavrayışı gerektirdiği kadar, gerçek tarihsel iradeyi ye eylemi de
gerektirir. İkincisi olmadan birincisi ilerleyemez."[55]
Dahası var. Aynı yazıda Horkheimer, "doğru
teorinin... belli bir toplumsal sınıfa tekabül ettiğini ve belli grupların
ufkuna ve çıkarlarına bağlı olduğunu, ama bu bağlılığın, doğru teoriyi reddeden
ve doğruluğunu saklamak isteyen başkaları için de aynı ölçüde geçerli olduğu
gerçeğini değiştirmediğini" de söyler. Bir başka yazıda da, "bir
teorinin değeri, sadece doğruluğun biçimsel ölçütleriyle belirlenemez"
der, "bir teorinin değeri, o belirli tarihsel anda ilerici toplumsal
güçlerin üstlenmiş olduğu görevlerle olan bağlantısıyla belirlenir. Ama ilk
anda bu değer insanlığın tümü için değil, sadece bu görevlerle ilgili gruplar
için açıktır."[56] Enstitü’nün ABD'ye taşınmasından
sonra yazdığı bir yazıda da Eleştirel Teori'nin görevini tanımlar: "Eğer
teorisyenin ve nesnesinin ezilen sınıfla dinamik bir bütünlük oluşturduğu
görülebilirse, çalışmalarının sadece somut tarihsel durumun tanımlanmasından
ibaret olmayıp, o durum içinde onu değişmeye zorlayan etkenlerden birini
oluşturduğu da anlaşılabilir: bu onun asıl işlevidir."[57]
Bunlar, Lukacs'ın ya da Gramsci'nin
teori-pratik ilişkisi konusundaki görüşlerinden çok farklı değildir. Hatta
Horkheimer, yer yer, bu kitapta (ve bu alıntıların yapıldığı yazılarda)
şiddetle eleştirdiği pragmatizme fazla yakın düşer gibidir. Üstelik,
düşüncelerinde bir döngüsellik de sezilmektedir: doğru teori, doğru pratiği
yürüten sınıfın teorisidir; doğru pratik de doğru teoriye, doğru görüşlere
sahip olan sınıfın pratiği...
Horkheimer, bu döngüsellikten, proletaryanın
sınıf çıkarlarının gerçekte evrensel
çıkarlar olduğunu söyleyerek sıyrılmaya çalışır. Ama bu noktada, sınıfını değil
evrensel çıkarları, kendi mesleki çıkarlarını bile savunamadığı bir durum
ortaya çıkabilir ve oldukça da uzun sürebilir.
Böyle durumlar, "özne ile nesnenin, teori
ile pratiğin indirgenmez gerilimi"nin iyice belirginleştiği anlardır.
Marcuse, böyle bir anda, 1941 yılında, çok kesin konuşur: "Marx'ın
doğruluk kavramı görecilikten çok uzaktır. Sadece tek bir doğru ve onu
gerçekleştirebilecek tek bir pratik vardır... Doğruyu gerçekleştirmenin somut
koşulları değişebilir, ama doğru aynı kalır ve teori de onun nihai bekçisidir.
Devrimci pratik kendi yolundan sapsa bile, teori doğruyu koruyacaktır. Pratik
doğruyu izler, doğru pratiği değil."[58]
Marcuse, Frankfurtçular içinde klasik Alman
felsefesinin mutlak akıl kavramına en yakın duran kişidir. Horkheimer ve
Adorno, teoriyi, aklın yargı gücünü, pratiğe karşı bir dengeleyici kutup olarak
korurlarken, teorinin de eksikliğini, hatta imkânsızlığını vurgulamaktan da
geri kalmazlar. Bu noktada, Horkheimer'in son çaresi, Marcuse'nin- kiyle aynı
yıllarda yazılmış Akıl Tutulması'nda sık sık yaptığı gibi, kederli bir
iyimserliğe başvurmaktır: "İnsanlar gerçekte olduklarından daha
iyidirler".
Horkheimer, "iyimser döneminin" son
önemli yazısında, "Geleneksel ve Eleştirel Teoriler"de (1937),
kutuplar arasında açılmaya başlayan uçurumla ilk kez yüzleşir: "Eleştirel
düşünce ne soyutlanmış bireyin ne de bir bireyler toplamının işlevidir. Bu
düşüncenin öznesi, başka bireylerle ve gruplarla ilişki içinde olan, belli bir
sınıfla çatışma içinde olan ve toplumsal bütünle ve doğayla bunların sonucu
olan bir ilişkiler ağı içinde yer alan belirli bir bireydir... Üstelik, düşünen
özne, bilgi ile nesnenin bir araya geldiği yer değildir; bu yüzden, mutlak
bilgiye varmak için bir kalkış noktası da değildir. Böyle bir yanılsama tam
anlamıyla ideolojidir, çünkü burjuva bireyinin sınırlı özgürlüğünü eksiksiz
özgürlük ve özerklik olarak almaktadır. Oysa, saydam olmayan, kendinin bilincinde olmayan bir toplumda, ister sadece bir düşünür
olarak aktif olsun isterse başka biçimlerde, benlik (ego) de kendinden emin
değildir. İnsan üzerine düşünürken, özne ile nesne parçalanır; birlikleri
gelecektedir, bugünde değil... Eleştirel Teori'nin tarihsel analizden elde
ettiği görüş açıları —özellikle de tüm topluluğun ihtiyaçlarına cevap verecek
bir akılcı toplumsal düzen düşüncesi— insan emeğine
içkindir ama bireyler
tarafından ya da sağduyu tarafından yeterince kavranamamaktadır. Bu
eğilimlerin kavranması ve ifade edilmesi için belli bir çıkar da gereklidir.
Marx ve Engels'e göre, böyle bir çıkar ve ilgi proletaryada zorunlu olarak
vardır. Modern toplumdaki durumundan ötürü, proletarya, doğayla mücadelesinde
insana gittikçe daha güçlü silahlar kazandıran emekle, çağdışı bir toplumsal
düzenin sürekli olarak yenilenmesi arasındaki ilişkiyi kendi deneyleriyle
yaşamaktadır... Ama eklenmeli ki, bu toplumda, proletaryanın durumu bile, doğru
bilginin garantisi değildir. Proletarya, kendi hayatında gittikçe artan sefalet
ve adaletsizlik biçiminde, bu anlamsızlığın gerçekten farkına varmış olabilir.
Ama proletaryaya yukardan dayatılan toplumsal yapının farklılaşması ve kişisel
çıkarlarla sınıf çıkarları arasında ancak çok özel anlarda aşılabilen çelişki,
bu bilincin bir toplumsal güç haline gelmesini engellemektedir. Proletaryaya
bile dünya gerçekte olduğundan çok farklı görünebilir. Proletaryanın kendi
gerçek çıkarlarıyla bir bütün olarak toplumun çıkarları arasında aslında bir
karşıtlığın bulunmadığını kavrayabilen ve kendi eylem ilkelerini kitlelerin
duygu ve düşüncelerinden türeten bir bakış açısı bile, statükoya kölece bir
bağımlılık içine düşebilir. Aydın, proletaryanın yaratıcı gücüne övgüler düzmek
ve kendini ona uyarlamakla yetiniyor. Teorik çabadan böyle bir kaçışın ve
kitlelerle geçici bir çatışmanın (aktif teorik düşünce bunu gerektirebilir)
sadece kitleleri daha körleştirdiğini ve güçsüzleştirdiğini görmüyor. Oysa onun
düşüncesi de kitlelerin gelişmesinde eleştirel, ilerletici bir etken olmalıydı."[59]
Bu uzun alıntıda Horkheimer’in Lukacs'taki
"atfedilen nesnel sınıf bilinci” kavramına yaklaştığı düşünülebilir.
Yanlış olur. Buradaki anahtar kavram, toplumun "saydam olmayışı"
(insan bilinci karşısındaki kapalılığı, düşünce geçirmezliği) ve toplumsal yapının "farklılaşması",
karmaşıklığıdır. Proletaryanın gruplara ve bireylere bölünmesine yol açan ve
bir "kolektif özne"nin oluşmasını önleyen bu karmaşıklık, pratikle
teorinin gittikçe birbirinden uzaklaşması demektir. Oysa Lukacs'ın kavramı
özneyle-nesnenin özdeşliği (öznenin nesneyi tam olarak bilmesi, kavraması)
anlamına gelir.
Horkheimer, aklın eski görevinden istifasını
önermez, tam tersine: bugünkü gerçeklik negatifliği koruduğu ölçüde, daha
pozitif, daha insanca bir gelecek düşüncesi de canlılığını koruyacaktır. Ama bu
düşünceyle gerçekleşmesi arasındaki gediği kapamak, varolan koşullarda mümkün
görünmemektedir.
Savaş başladıktan sonra, Enstitü bir duraklama
dönemi geçirir. Horkheimer'in bu kısa dönemden sonra, Benjamin’in anısına
hazırlanan derlemeye (1942) gönderdiği "Otoriter Devlet" adlı yazı,
bütün çalışmaları içinde ender görülen bir devrimci gerilim anını temsil eder.
Yazının bağlamı, gerek Doğu'da gerekse Batı'da tüm düzenlerin otoriter bir
devlet kapitalizmine geçtiğini öne süren Pollock'un başlattığı tartışmadır.
Pollock (ve başka bakımlardan ona karşı olan Neumann ve Kirchheimer), bu
koşullarda tek somut seçeneğin, henüz çoğulcu siyasal kabuğu atmamış olan
ülkelerde demokratik reform olduğunu öne sürer. Horkheimer: "Hiçbir
ekonomik ya da hukuki önlem değil, ancak yönetilenlerin kendi iradeleri
demokratikleşmeye yol açabilir... Bunun başarılı olup olmayacağını kestirmek
mümkün değildir, bu yüzden kesin bir pratik plan da oluşturulamaz. Tarihte geri
alınamayacak şeyler sadece kötülüklerdir: gerçekleştirilmemiş imkânlar,
kaçırılmış fırsatlar, hukuksal ya da hukuk dışı cinayetler ve iktidardakilerin
insanlığa yaptığı kötülükler. Bunlar telafi edilemez. Ama öbürü, öbür
alternatif her zaman bir tehlikedir... Otoriter devletin bütün biçimleri
baskıcıdır... Bunalımların sözüm ona kaybolmasına karşın, uyum da yoktur.
Artık-değer kâr biçiminde emilmese bile, hâlâ odak noktasıdır... Faşist
yönetimde herkes düşünde Hitler’i öldürdüğünü görüyor ve sonra da Faşist
yürüyüşlere katılıyor. Eğer insanlar bir kez artık yürümemeye karar verecek
olurlarsa, düşlerinin gerçek olduğunu görecekler. Şu çok lafı edilen
’kitlelerin siyasal hamlığı’, parti bürokratlarının arkasına sığındığı bu
mazeret, gerçekte önderliğe karşı duyulan kuşkudan başka birşey değildir.
Kitleler onları zaman zaman dışarı çağırıp sonra da evlerine geri gönderen
—üstelik zaferden sonra bile bunu yapan-— kişilerden bekleyecek birşeyleri
olmadığım öğrenmişlerdir. Fransız Devrimi sırasında, kitlelerin Robespierre’in
mi yoksa Barras'ın mı iktidarda olduğu sorusuna kayıtsızlaşmaları beş yıl
almıştı... Siyasal iradenin toplumu değiştirerek kendi hayatlarını
değiştirdiğini yaşayarak görürlerse, kitlelerin ataleti de kaybolur. Bu tür
atalet, kapitalizmin bütün evrelerindeki özelliğidir.... Alttaki milyonlar, kapitalizmin çeşitli evrelerinin
aynı sisteme dahil olduğunu yaşayarak öğrenirler. Otoriter ya da liberal,
toplum onlar için açlık, polis kontrolü ve askere yazılma anlamına
gelmektedir... Aslında onlara hâlâ umut veren olasılık da bütünsel
devletçiliktir (SSCB'nin plan ekonomisi-ç.n.), çünkü daha iyi birşeyler
olduğunu düşündürmektedir onlara ve umut da ataleti sarsan bir etkendir. Bir
geçişsel devrimci diktatörlük kavramıyla kastedilen, üretim araçlarının şu ya
da bu yeni seçkinlerin tekeline geçmesi değildi, kesinlikle. Böyle tehlikelere
halkın kendi enerjisi ve uyanıklığıyla karşı konulabilir... Yeni topluma yolunu
gösterecek olan teorik kavram —işçi konseyleri sistemi— praksisten doğar.
Konsey sisteminin kökleri 1871'e, 1905'e ve başka olaylara gider. Devrimci dönüşümün
bir geleneği vardır, bu devam etmelidir... Diyalektik, gelişmeyle özdeş değildir.
Toplumsal devrim kavramı, iki çelişik ânı kendi içinde birleştirir: devlet
kontrolüne geçiş ve ondan kurtuluş.
Devrim, kitlelerin kendiliğinden eylemi olmasa
da zaten gerçekleşecek olanı gerçekleştirir: üretim araçlarının
toplumsallaşması ve üretimin planlı yönetimi... Ama aynı zamanda, direnme
olmadan, sürekli olarak özgürlüğü güçlendirme çabalan olmadan gerçekleşemeyecek
olanı da gerçekleştirir: sömürünün sonu. Böyle bir sonuç, ilerlemenin hızlandırılması değil, ilerleme boyutunun
dışına niteliksel bir sıçrayıştır. Rasyonel olan hiçbir zaman tam olarak
hesaplanamaz: tarihsel diyalektikte hep sınıflı toplumdan kopuş olarak
düşünülmüştür... İnsanca bir dünya düzenini düşünen kimse, nihai bir yargı
organına, varolan ya da gelecekteki bir güce danışamaz. İktidarı bir kez ele
geçirdikten sonra onunla ne 'yapabileceğimiz' sorusu, kitle partisinin
bürokratları için bir zamanlar çok anlamlı olan bu soru, iktidar sahiplerine
karşı mücadelede anlamını yitirir. Bu soru, yok olması gereken şeyin süreceğini
varsaymaktadır: başkalarının emeği üzerinde tasarruf yetkisi... Sınıfsız bir
demokraside planlar zorla ya da rutin sonucunda kabul ettirilemez, özgür
anlaşmayla belirlenmelidir... Bir zamanlar ütopyanın eleştirilmesi, onun
içindeki özgürlük düşüncesinin gerçekleşmesine hizmet ediyordu. Bugün
ütopyacılığa çamur atılıyor çünkü kimse onun gerçekleşmesini istemiyor...
Otoriter devletin düşmanlarının bile özgürlüğü tasarlaya- maması, iletişimin
yok olduğunu gösterir. İnsanın içinde kendi arzularını bulamadığı, tutkularını
dışavuramadığı bir dil, yabancı bir dildir... Eğer liberalizme geri dönüş
yoksa, deniliyor bugün, doğru faaliyet olarak geriye kalan, devlet
kapitalizminin genişletilmesi ve daha ileri biçimlere ulaştırılmasıdır. İlerlemenin avantajlarını ve başarının güvenliğini sunacaktır bu...
Buna göre, proletarya kendi devrimini yapmadığı sürece, onun ve
teorisyenlerinin önünde, Dünya Ruhu'nun çizdiği seyri izlemekten başka yol
yoktur. Böyle düşünceler, ki hiç az da değildir, karşılaştığımız düşüncelerin
ne en aptalcasıdır ne de en onursuzu. Şu kadarını kesin olarak biliyoruz: eski
serbest teşebbüse geri dönülmesiyle birlikte bütün bu vahşet yeni bir yönetim
altında yeniden başlayacaktır."[60]
Sonra Horkheimer, "İnsanlar gerçekte
yaptıklarından, düşündüklerinden ve hissettiklerinden daha iyidirler" noktasına
dönen Akıl Tutul- ması'nda. Belki de en doğrusu budur. Yukarıdaki pasajın heyecanını
sürdürmek de Adorno'ya kalır. Ama artık devrimci dönüşüm perspektifi ufkun
dışında kalan, kendisi değil nesneler üzerindeki donuk yansısı görülen yitik
bir ışık olmuştur. Adorno, Anton Webern’in Beethoven ve Mahler'e yaptığını
"Otoriter Devlet"e yapar: değişen koşullarda eski gerilimi
koruyabilmek, saklayabilmek için iyice kısaltır onu: We- bern'in 1,5 dakikalık
senfonileri gibi, geçmişin hem artık varolmadığını hem de orada durduğunu
hissettiren kısacık pasajlara, tek cümlelere indirir. Ama bu bir odada yapılabilir ancak: bu arada dışarıda olup biten bazı şeyleri de görmemiş
olabilir.
Ne çok gürültü ettik. Bir düşüncenin sonu kadar
bir başlangıcı ve gelişmesi de olduğunu ve her zaman farklı sonlara
varılabileceğini göstermeye niyetlenmiştik. Zorunlu muydu? Kitap duruyor.
Sessiz bir yer, şimdi.
ORHAN KOÇAK
[11]
Horkheimer,
"On the Problem of Truth", The Essential Frankfurt School Reader,
der: Andrew Arato ve Eike Gebhardt, New York 1978, s. 413-414
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder