Pazartesi, Şubat 18, 2013

Frankfurt Okulu - Callinicos'dan

1923 yılında Okukun kuruluşuna yol açan "Çalışma Haftası"na katılan grup:  Friedrich Pollock, Georg Lukacs, Felix Weil, Karl Wittfogel, Rose Wittfogel, Christiane Sorge, Karl Korsch

Umutsuz eleştiri: Frankfurt Okulu


 



Parsonscu sosyoloji 1950'li ve 1960'lı yıllarda büyük bir uluslararası etki yarattı. Alvin Gouldner altmışların sonunda şöyle yazar: "Parsons, herhangi bir ulusun bir akademik sosyologundan daha çok dünya şahsiyetidir."59 Statüsü hiç kuşkusuz bir bakıma ABD'nin uluslararası devlet sisteminde öncü güç olarak yeni elde ettiği konumunun bir sonucuydu. Ayrıca, yüzyılın ortalarından itibaren, geniş ve zengin Amerikan üniversite sistemi Batı entelektüel yaşamı üzerinde artan bir çekim gücü yaratmaya başladı (yine de paradoksal olarak bu çoğunlukla ithal edilen kuramların geliştirilmesi biçimini aldı). Her durumda Parsons'un modernliğin yörüngesine ilişkin temel olarak iyimser görüşü, beklenmedik bir zenginlik ve istikrar yaşayan toplumların gerçek deneyimlerinden destek bekleyebilirdi.

Bu, yapısal işlevselliğe hiçbir zaman meydan okunmadığı anlamına gelmez. Amerikan sosyolojisi içinde bile muhalifler vardı. Bu nedenle metodolojik bir bakış açısından Robert K. Merton işlevsel çözümlemenin hırslarını belirtmeye ve dolayısıyla onları dizginlemeye çalıştı; ayrıca "orta derecedeki kuramlar" adını verdiği şeylerin -ampirik araştırmalara rehberlik etmesi için oluşturulan kuramların- Parsonscu büyük kurama göre sonuç elde etmesi olasılığının daha yüksek olduğunu savundu.60 Kendini güçlü bir biçimde Popülistler ve Kararsızlar gibi Amerikalı radikal hareketlerle özleştiren Teksaslı bir taşra isyancısı olan C. Wright Mills, The Sociological Imagination [Toplumsal İmgelem] (1959) adlı kitabında, Parsons'un anlaşılması güç laf kalabalığını aşağıladı ve The Power Elite [İktidar Seçkinleri] (1956) gibi kitaplarında ABD toplumuna özgü eşitsizlik ve yabancılaşma olarak gördüğü şeye karşı bir savaş açtı.

Ne var ki Altın Büyüme Çağı'nda barışçıl ve mutlu bir dönem yaşayan Batılı toplumlara yönelik en sistematik eleştiri başka bir yerden geldi. Marksist kuramı tuhaf bir biçimde ve elverişsiz koşullarda sürdürmeye çalışan bir grup Alman entelektüeline verilen toplu isim Frankfurt Okulu'dur. Bu okul, 1923 yılında Frankfurt Üniversitesi'nde kurulan Toplumsal Araştırma Enstitüsü'nde ortaya çıktı. Mali kaynakları zengin bir tahıl tüccarının oğlu olan Felix Weil'den geldi (uzun yıllar boyunca). Weil daha sonra kendisinin 1920'li yılların başlarında bir "salon Bolşeviği" olduğunu söyledi. Enstitü'nün kuruluşu Marksizmin değişik çeşitlerinin -Sosyal Demokrat ve Komünist Partilerin ve Hegelci Marksizmin sapkın biçimlerinin birbirine karşıt Ortodoksluklarının Weimar entelijensiyasının önemli bir bölümü üzerindeki etkisini yansıtıyordu. Enstitü'nün ilk direktörü Avusturyalı iktisatçı ve tarihçi Carl Grünberg'du. Haziran 1924'teki açılış töreninde iyimser Kautskyci belirlenimciliğe bağlılığını ifade etti ve kendinin "oluşan düzenin sosyalist bir düzen olacağına, kapitalizmden sosyalizme doğru geçişin ortalarında olduğumuza ve sosyalizme doğru artan bir hızla ilerlediğimize tamamen ve bilimsel açıdan ikna olmuş" olanların arasında olduğunu söyledi

Grünberg'in direktörlüğü döneminde Enstitü geniş biçimde ortodoks Marksist karakter taşıyan araştırmalar yaptı. Enstitü çalışanları arasında, kriz kuramı üzerine yazılan önemli bir eserin yazarı olan iktisatçı Henryk Grossman ve 19201i yıllarda ve 1930'lu yılların başlarında Alman Komünist Partisi'nin (KPD) etkin bir üyesi olan Oryantalist Kari Wittfogel de vardı. Enstitü'nün karakteri Grünberg'in felç geçirerek bir şey yapamaz hale gelmesinin ve 1930 yılında direktörlüğe Max Horkheimer'm getirilmesinin ardından kökten biçimde değişti.Değişim iki boyutta gerçekleşti.

Öncelikle bir filozof olarak Horkheimer, Enstitü'yü zihinsel açıdan yeniden yönlendirdi. Ocak 1931 yılındaki açılış konferansında belli toplumsal gruplara, özellikle de işçi sınıfına yönelik toplu araştırmalar programı yürütülmesini önerdi, böylece akıl ve tarih arasındaki ilişki sorunu da aydınlığa kavuşmuş olacaktı. Bu "toplumsal incelemede felsefi yapı ile ampirik araştırmanın yan yana olmasının yanında planlı çalışma diktatörlüğünü de getirecekti." Martin Jay şu gözlemde bulunuyor: "Tarihinin ilk yıllarında Enstitü'nün öncelikli olarak burjuva toplumunun sosyo-ekonomik altyapısı ile uğraştığı söylenebilirse, 1930'dan sonraki yıllarda da asıl ilgisi kültürel üstyapısı olmuştur." Kültürel sorularla böylesine ilgilenilmesi, Enstitü'nün psikanalize açıklığı ve Marx ve Freud'un düşüncelerini bütünleştirmeye yönelik çeşitli girişimleri ile ilgilidir. İki savaş arasındaki yıllarda ötekiler benzer biçimde düşünüyorlardı -örneğin (çok farklı biçimlerde) Troçki, Wilhelm Reich ve Andre Breton- ama Frankfurt Okulu, tarihsel materyalizm ile psikanalizin görünüşte çok farklı kavramsal yapılarını sistematik olarak birbirine bağlayan ilk girişimdir.

Horkheimer'ın liderlik varsayımı da Enstitü'nün işçi hareketiyle olan ilişkisinde bir değişikliği ifade etti. O zamana kadar Enstitü, uluslararası Komünist hareketin çok geniş bir anlamda yoldaşı olmuştu. Çalışanlarının birçoğu Alman Komünist Partisi'nin ya da muhalif Komünist grupların üyesiydi. Kimileri eylemciydi: 1931 yılında Wittfogel araştırmalarını bırakıp Nazilerin iktidara gelişini engelleme amacıyla kendini politik çalışmaların içine attı. Horkheimer da en azından 1930'lu yılların sonlarına kadar bu Moskova yanlısı politik sempatiyi paylaşıyordu. 1930 yılında "Rusya'daki olaylar ... korkunç adaletsizlikleri yenmek için yapılan ıstırap verici girişimlerin devamıdır" diyordu. Ama yine de sistematik olarak Ensti- tü'yü örgütlü solun bütün kuruluşlarından uzak tutmaya ve yaptıklarını tamamen akademik bir iş olarak göstermeye çalışıyordu. "Marksizm" adı bile sansürlenerek "Eleştirel Kuram" olarak adlandırılıyordu.

Marksizmin akademide yeniden konumlandırılması temel bir kaymayı temsil ediyordu. O zamana kadar öncü Marksist entelektüeller tipik olarak politik hareket için çalışmışlardı: bu örneğin Kautsky, Lenin, Luxemburg, Troçki, Lukâcs ve Gramci için geçerliydi. Bu durum kısmen de olsa üniversitenin sola karşı ayrımcılığının bir sonucuydu (bu nedenle Robert Michels Marksist olduğu dönemde Almanya'da akademik bir konum elde edemedi), ama daha da temelde, Marx'ın politik uygulamadan uzak, düşünceye dayanan kuram anlayışını reddedişini yansıtıyordu. Perry Anderson, Horkheimer'ın Enstitü'ye temel olarak akademik bir kimlik verme girişimini daha evrensel bir sürecin, işçi sınıfı hareketinden kopan ve akademik filozoflarca yönlendirilen "Batılı Marksizm'in ortaya çıkışının belirtisi olarak görür: "ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra ... Marksist kuram neredeyse tamamen üniversitelere, dış dünyadaki politik mücadelelerden kaçanların ya da sürülenlerin alanları olan üniversitelere göçmüştü."

Anderson bu gelişimde politik bağlamın önemini vurgular: "Batılı Marksizmin gizli özelliği bu nedenle yenilgi ürünü olmasıdır."67 Rus Devrimi'nin yalıtılmışlığı Bolşevizmin Stalinizme dönüşümünü sağladı. 1920'li yılların sonlarına gelindiğinde Marksizm, Sovyetler Birliği'nde zihinsel eleştirel inceleme olarak artık izlenemiyordu, "Marksizm-Leninizm" biçiminde devlet ideolojisine dönüştürülmüştü. Bu arada, 1930'lu yıllarda Avrupa soluna bir dizi büyük yenilgi damgasını vurdu: Nazilerin 1933 yılında iktidara gelmesi; 1934 yılında Avusturya işçi hareketinin dağıtılması ve İspanya İç Savaşı'nda Franco'nun zaferi (1936-9). Bu olaylar Enstitü üyeleri için moral bozucu bir deneyimden daha fazlasını ifade ediyordu. Hepsi Yahudiydi: bu nedenle faşizmin başarısı en ölümcül tehditlerden birini oluşturuyordu. Sürgüne gitmeye zorlanıyorlardı. Horkheimer Mayıs 1934'te New York'a taşındı ve orada Columbia Üniversitesi ile gevşek bir bağ kurarak Enstitü'yü yeniden kurdu.

Horkheimer'ın durumunda Nazilerin ve müttefiklerinin zaferlerinin yarattığı doğal korku neredeyse patolojik bir biçim aldı. New York'a yerleşmesinden kısa bir süre sonra şöyle yazdı: "burada her şey benim düşündüğümden daha da kötü. Ekonomik durumun ağırlaşmasında hızlı gelişmeler beklemeliyiz. Tam olarak buna dayanarak Kanada'yı tanımak istiyorum." ikinci Dünya Savaşı'nın çıkmasının ardından Los Angeles'a, Avrupa dramı sahnesinden daha da uzağa taşındı. Rolf Wiggershaus, Frankfurt Okulu'na ilişkin büyük tarih kitabında, Horkheimer'ın, araştırmalarını rahat ve güvenli bir ortamda yürütebilmek için Weil'in giderek azalan sermayesini koruma takıntısını belgelemiştir.

Batı Kıyısına yaptığı bir inceleme gezisinin ardından Horkheimer şöyle yazar: "Bütün yolculuk boyunca hep gözlerimin önüne geldi durdu: Para en iyi koruyucudur, para en iyi koruyucudur, para en ..."' Bu takıntı, onun mali patronluğuna dayanan ve sunduğu eşsiz entelektüel ortamdan yararlanmak isteyen sürgündekilerden oluşan Enstitü'nün öteki üyelerini sürekli olarak yönlendirmesine yol açtı. Kimilerine düşük maaşlar veriliyordu ya da atılmışlardı; ötekilerse böl-ve-yönet stratejisinin kurbanlarıydılar. Horkheimer örneğin sürekli olarak Adorno ve Marcuse'u birbirine karşı oynadı ve uzun süren düşmanlıklar yaratılmasını sağladı. Bu patolojik ürkeklik onu yaratan şeyden daha uzun sürdü: Horkheimer, 1950'li yılların sonlarında Frankfurt Üniversitesi'nin önde gelenlerinden biri olarak muhafazakâr Batı Almanya'ya tamamen yerleştiğinde Adorno'nun (çok daha zeki olmasına rağmen hep Horkheimer'ın düşüncelerine razı oldu) Jürgen Habermas'ın The Structural Transformation of the Public Sphere'e [Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü] dönüşecek olan araştırmasının danışmanlığını yapmasını engelledi, çünkü Habermas'ın fazla sol- kanatta olduğunu düşünüyordu.

Korku ve sürgünün yaratıcılık önünde mutlaka engel oluşturması gerekmez. 1640'lı yılların İngiliz Devrimi ile karşı karşıya kalan korkak Hobbes, Fransa'ya kaçmış ve bir başyapıt olan Leviathan'ı yazmıştı. 1930'lu ve 19401ı yıllarda Frankfurt Okulu'nun entelektüel başarısı olağanüstüydü. Ben burada önemli birkaç tema üzerinde duracağım. Horkheimer'ın liderliğindeki Enstitü'nün kuramsal çıkış noktasını Lukâcs'ın Tarih ve Sınıf Bilinci (bkz. bölüm 9.1) adlı eseri sundu. Temel makalesi "Şeyleşme ve Proletaryanın Bilinci" Marksist felsefenin ana felsefe akımı gibi büyük bir gelişmişlik düzeyine ulaşmasının mümkün olduğunu gösterdi. Ayrıca yeni bir çözümleme stratejisi de sundu, buna göre burjuva toplumu, şeyleşmenin yapısı tarafından birleştirilen bir bütüncüllük olarak görülüyordu: toplumsal yaşamın bütün özellikleri kapitalist üretim biçiminin merkezinde yer alan işçinin pazarlanabilir bir nesneye dönüşümünden kaynaklanan meta fetişizmini yansıtıyordu.

Lukâcs, Komünist hareketin bir parçası olarak kalabilmesi için bu stratejiyi terk etmeye zorlandı. 1925 yılında Viyana'da buluştuklarında Adorno'ya "Üçüncü Enternasyonal ile çatışmasında muhaliflerinin haklı olduğunu, ama somut olarak ve diyalektik açıdan onun diyalektiğe mutlak yaklaşımının şart olduğunu" söyledi. Ama Adorno ve Benjamin gibi sol kanattaki Weimar entelektüellerini böylesine büyüleyen "mutlak diyalektik" projesi nasıl izlenecekti? Bu, Frankfurt Okulu için iki özel sorun yarattı.

İlk olarak Lukâcs'a göre toplumsal bütüncüllüğün birliği, tarihin özdeş özne-nesnesi olan proletaryanın rolüne bağlıydı. Ama klasik Marksizmin temel düşüncelerinden biri olan işçi sınıfının toplumsal kurtuluşun öznesi olduğu düşüncesi, Frankfurt Okulu'nun düşünceleri arasında yer almaz. Horkheimer'ın 1920'li yıllarda ve 1930'lu yılların başlarındaki düşüncelerini özetleyen Wiggershaus şöyle yazar:

Horkheimer'da eksik olan şey Marx ve Lukâcs'ın cesur kuramsal yapıları ve proletarya sınıfının kendi başına bir sınıf olabilmek ve yabancılaşmış bir biçimde uzun zamandır yapageldiği şeyi, yani toplumun yeniden üremesini sağlamayı, özgüvenle ve kendi liderliği altında sürdürebilmek için tarihin gelişimi tarafından harekete geçirildiğine yönelik inançlarıydı. Horkheimer'ın vurgusu, sefalet içinde yaşayanların maddi egoizme hakkı olduğu ve "koşulların daha yararlı biçimde yeniden inşası yoluyla maddi varlığın gelişiminin dünyanın en önemli şeyi olduğu"nu düşünmenin alçakça bir düşünce olmadığı yönündeydi ... Sanki insan varlığının sonluluğu ve geçiciliğinin anlaşılmasına tarihsel materyalist bir destek veriliyor gibiydi.

Bu düşünce biçimi Lukâcscı Marksizm yöntemine bağlılık anlamına geliyordu, ama Lukâcs'ın klasik gelenekten miras aldığı proletaryanın öz-kurtuluşuna değil. Weimar'ın son günlerinde Enstitü işçi sınıfı davranışlarına ilişkin bir araştırma yaptı ve Jay'in belirttiği şu sonuca vardı: "Alman işçi sınıfı sağ kanadın iktidarı ele geçirmesine karşı asker! ideolojisinin iddia ettiğinden çok daha az direnç gösterecektir." Temel makalelerinden biri olan "Geleneksel ve Eleştirel Kuram"da (1937) Horkheimer, Marksist yöntemin görece geleneksel anlayışı ile işbölümünün yarattığı zihinsel parçalanmayı yansıtan "geleneksel kuram"ı karşılaştırır. Ama "eleştirel kuram"ın, Lukâcs'ın savunduğu gibi, basitçe işçi sınıfı bilincini ifade edebileceğini inkâr eder:

Proletaryanın durumu bile bu toplumda doğru bilginin garantisi değildir. Proletarya gerçekten de kendi yaşamındaki süregiden ve artan bitkinlik ve adaletsizlik biçiminde anlamsızlık duygusuna kapılabilir. Ne var ki bu farkındalığın toplumsal bir güç haline gelmesini, proletaryaya hâlâ tepeden dayatılan toplumsal yapının farklılaşması ve yalnızca çok özel anlarda aşılan kişisel [ve] sınıf çıkarları arasındaki karşıtlık önler. Proletarya için bile dünya yapay biçimde gerçekte olduğundan oldukça farklı görünür.

İşçi sınıfının Lukâcs tarafından ona verilen konumdan aşağı bir konuma düşürülmesi ikinci bir sorun yarattı. Toplumun bir bütüncüllük olarak anlaşılması Tarih ve Sınıf Bilinci'nde özdeş özne-nesne olan proletaryanın rolüne dayanır. Bu mutlak öznenin olmadığı bir durumda eleştirel kuram yine bütüncülleştirmek isteyebilir mi? Daha 1931 yılındaki açılış konferansında Adorno böylesi her tür bütüncülleştirme tutkusunu reddetti: "Zihin aslında gerçeğin bütüncüllüğünü üretme ya da kavrama yeteneğine sahip değildir, ama ayrıntılara nüfuz etmesi, var olan gerçeklik kitlesini yalnızca küçük çapta yok etmesi mümkündür."

Bu görüş Benjamin'in The Origin of German Tragic Drama [Alman Trajik Dramasının Kökeni] (1928) adlı eserinin Adorno üzerindeki etkisini yansıtır. Burada (iyice basite indirgeyecek olursak) Benjamin özgürleştirilmeyen, içsel olarak parçalı dünyada bilginin, ampirik olguların, belirli gruplar ya da biçimler etrafında kavramsal olarak örgütlenmesini içerdiğini savunur. Bu gruplar filmlerdeki montaj çalışmaları ya da Kübist kolaj çalışmaları gibi işler - bunlar dışarıdan bakıldığında imgelerin rasgele bir araya getirilmesinden oluşur ve bir şekilde deneyimlerde olmayan bir düşünce yaratmayı başarırlar. Bu tuhaf yöntem anlayışı Benjamin'in neo-Kantçı felsefe, Yahudi Mesih düşüncesi ve avangard Modernizmden yaptığı ona özgü sentezi yansıtır. 1920'li yılların sonlarından itibaren Tarih ve Sınıf Bilinci'nden esinlenerek bu yöntemi en yüksek noktasında olan burjuva toplumunu anlayabilmek için kullanır. Benjamin, ikinci imparatorluk dönemindeki (1851-70) Paris'i incelediği tamamlanmayan Passagen-Werk'te geniş bir olgu ve gözlem koleksiyonunu düzenler. Sundukları tamamen metalaşmış toplum, Susan Buck-Morss'un "toplumsal dünyanın yeniden büyülenmesi" adını verdiği durumu yansıtan mitolojileştirilmiş geçmiş imgeleri ile yayılır. Bu "diyalektik imgeler" muğlaktır: hem var olan toplumun meşrulaştırılmasına, hem de tarih öncesi insanlığının ilkel komünizminin hatıralarını canlandırmaya hizmet eder. Bu ikinci özellikleriyle devrimsel bir potansiyel taşıyabilirler.

Adorno birçok biçimde Habermas'ın Benjamin'in "kurtarıcı eleştiri" yöntemi adını verdiği yöntemin derin etkisi altındaydı. Temel felsefi eseri olan Negative Dialectics'te [Olumsuz Diyalektik] (1966) belirttiği gibi, Hegel'le doruk noktasına ulaşan Alman idealist geleneğinin, özdeş olmayan olarak nitelendirdiği -birey, özel, maddi ve ampirik- şeyin geçerli olabileceğini sistematik olarak reddettiğine inanıyordu. Bunun yerine her şey mutlak, kendi kendini oluşturan öznelliğin ürününe indirgenmişti. Lukâcs'ın özdeş özne-nesne kavramının Adorno'ya göre bu gelenekten kopuş değil, onun devamı olarak göründüğünü anlamak zor değildir. Benjamin'in "mikromantık sal" yaklaşımı, küçük ayrıntılarla uğraşması, düşünce ve içeriği arasındaki ilişkiye alternatif bir model sundu; bu model, o içeriği kavramsal olanın örneklendirilmesi biçiminde bozmuyor, özgür kalmasına izin veriyordu. Gruplar oluşturularak hem var olan toplumsal dünyanın düşmanca özelliği gösterilebilir, hem de gelecekte gerçekleşebilecek gerçek anlamda uzlaştırılmış bir durum yaratılabilirdi.

Ancak Adorno, Benjamin'in Passageıı-Werk'in taslaklarında diyalektik imgeler kullanmasını, özellikle de kültürel ve ekonomik olguları yan yana getirme eğilimini eleştirir. Adorno "açık bireysel özellikleri doğrudan ve belki de nedensel olarak üstyapının onlara karşılık gelen özellikleriyle ilişkilendirerek onlara üstyapı alanından "materyalist" bir tarz vermenin yöntemsel açıdan şanssızlık" olduğu gerekçesiyle buna karşı çıkar. "Kültürel özelliklerin materyalist biçimde belirlenmesi ancak bütün toplumsal süreç aracılığıyla yapılıyorsa mümkündür." Benjamin'in "teolojik" yöntemi bu nedenle bayağı bir materyalizme yenik düşebilir. Bu tehlikeden kaçınmak için Adorno, Lukâcscı bütüncüllük ve uzlaşma kavramlarından yararlanır. Alman idealizminin "özdeşçi" geleneğine karşı çıkmasına rağmen bunu yapabilir, çünkü meta fetişizminin etkisinin toplumu bütüncüllüğe dönüştürmek olduğuna inanır. Bu nedenle şöyle yazar: "Bütün varlıkların kavramsal uzlaşma kuramında bile Hegel gerçek anlamda kesin bir şey olduğunu öngördü... Değiş-tokuş eylemi değişilecek ürünlerin eşdeğerlerine, soyut bir şeye indirgenmesi anlamına gelir." Mutlak İdeanın boğulan öz-kimliği, bu nedenle malların değişiminin insan üreticilerin katıldığı somut etkinlikleri soyut toplumsal emeğin miktarına dönüştürme biçimiyle örtüşür. Bu nedenle idealizmin bütüncül bir toplum anlayışı sunmak için Marksist kuramın kullanılmasına izin veren belirli bir tarihsel doğruluğu vardır.

Bu en azından içinde önemli gerilimler barındıran bir konumdur. Bunlar, Frankfurt Okulu'nun sonraki gelişimi ile açıklık kazanır. Eylül 1939'da İkinci Dünya Savaşı'nın çıkması ve sonraki yaz Nazilerin Batı Avrupa'yı ele geçirmeleri bir dönüm noktası idi. Bu felaket çok daha büyüktü, çünkü bir süre önce Hitler-Stalin saldırmazlık paktı imzalanmıştı: SSCB'nin anti-faşist harekete ihaneti uluslararası sol üzerinde yıkıcı bir etki yarattı. İşte bu bağlamda Benjamin "Tarih Felsefesi üzerine Tezler"ini yazdı; bu makalesinde şaşkınlık içinde "tek bir felaket"e, geçmişe bakan, "Cennetten gelen... bir fırtına"nm kurnazca geleceğe sürüklediği "tarihin meleğini betimler. "Bu fırtına bizim ilerleme adını verdiğimiz şeydir."

"Tezler" tarihsel ilerleme düşüncesini, özellikle hem Komünist hem de Sosyal Demokrat partilerin faşizme karşı paylaştıkları kayıtsız belirlenimciliği sert bir biçimde eleştirir. Benjamin'in kendisi, bir süre sonra Hitler'in Blitzkrieg'ine kurban düşecek olsa da kendine özgü devrimci sosyalizm anlayışını terk etmedi. Bu nedenle "Tezler"in hazırlık materyallerinde şöyle yazdı: "Materyalist tarih anlayışının temellerine nüfuz etmek için üç şey yaratılmalıdır: tarihsel zamanın süreksizliği, işçi sınıfının yıkıcı gücü; bastırılanların geleneği."8' "Tezler"de devrimi, burjuva toplumunun "homojen, boş zamanina yapılan ani bir akın, geçmişteki sömürülerin ve ilkel komünizmin anılarının var olan düzeni yıkmak için canlandırıldığı "geçmişe doğru bir sıçrayış" olarak görür.

Frankfurt Okulu'nun çekirdeğine göre ise 1939-40 felaketi, onların Amerikan bakış açılarından, görünür gelecekte toplumsal dönüşüm vaadine elveda deme anını ifade ediyordu. 1942 yılında Benjamin için hazırlanan özel bir anı cildinde ilk kez yayınlanan bir makalede Horkheimer ister Stalinci ister faşist olsun "otoriter devlet"in, sömürüyü sürdüren bir temele dayanarak Marx'ın piyasanın anarşisi adını verdiği durumun üstesinden gelen bir tür devlet kapitalizmi olduğunu savunur. Gelecekte yapılacak herhangi bir toplumsal devrim "ilerlemenin daha da hızlanması değil, ilerleme boyutundan niteliksel bir sıçrayış" olacaktır, çünkü "dünya tarihi mantıklı akışını izlediği sürece insan yazgısını tatmin edemez." Benjamin'in diyalektik imgeler kuramı olmasa bile artık devrimin hiçbir toplumsal dayanağı yoktur ve salt bir umuda indirgenmiştir.

Bu umutsuz bakış açısı Enstitü üyelerinin Los Angeles'a taşınmaları ile daha da şiddetlendi. Frankfurt Okulu kente sığınan sürgündeki Alman entelektüelleri topluluğunun bir parçası oldu. Pasifik Kayalıklarında yaşayan Horkheimer'ın komşuları arasında Thomas Mann ve Leon Feuchtwanger gibi romancılar vardı. Hollywood'un merkezi olan, bir süre sonra Horkheimer ve Adorno'nun "kültür endüstrisi"nin başkenti olarak nitelendirmeye başlayacakları güney California'ya dinlenmeye gelen 20. yüzyılın başlarındaki Mitteleuropa'nın olağanüstü gelişmiş entelektüel kültürünün böylesi büyük incelikteki ürünlerinde yer alan düşüncelerde anlatılamayacak ölçüde komik bir yan vardır. Onlar Los Angeles'ı bayağı tüketiciliğin kabusu olarak yaşadılar. Mike Davis sert bir biçimde şu yorumu yapar:

Yerel uçak fabrikalarında savaş sırasında yaşanan karışıklığa hiç ilgi göstermeyen, yine Los Angeles'ın Merkezî Bulvar gettosundaki canlı gece hayatını değerlendirmeye girişmeyen Horkheimer ve Adorno, bunun yerine, radyo jinglelarının ve dergi reklamlarının yönetiminde proletaryanın dünya tarihindeki görevini aile merkezli tüketiciliğe hapseder görünen küçük çekirdek-aile kutularının üzerinde odaklandılar.

California'da geçirilen bu yılların ana zihinsel ürünü olan ve ortaklaşa yazılan Dialectic of Enlightenment [Aydınlanma'nın Diyalektiği] (1947) adlı eser ve yardımcı metinleri önceki Frankfurt Okulu çözümlemelerini iki temel yönden radikalleştirirler. Öncelikle Horkheimer ve Adorno otoriter devletlerin karakteristik özelliği olan bireyi toplumsal olanın içine hapsetme eğiliminin liberal burjuva toplumlarında da olduğunu savunurlar. 19. yüzyılın rekabetçi kapitalizminin bireysel öznesi artık yoktur. "Geç kapitalizm" onu açmış ve bilinçli ve bilinçsiz zihinsel yaşamını doğrudan kitle üretim ve tüketiminin kişisel olmayan ritimlerinin yönetimine bırakmıştır. Bu iddia Horkheimer ve Adorno'nun "kültür endüstrisi" -Alman entelektüel geleneğinin bakış açısına göre, anlamın yaratılmasının modern kitle iletişim araçları ile sınai bir süreç olmasını sembolize eden çelişkili bir ifade- çözümlemelerinde tam olarak geliştirilir. "Kültür endüstrisinde birey bir yanılsamadır, bunun nedeni yalnızca üretim araçlarının standartlaşması değildir. Birey genel olanla tam olarak özdeşleşmeyi sorgulamadığı sürece ona hoşgörüyle yaklaşılır." Bu süreç işçi sınıfına gelişmiş maddi koşulların verilmesinden daha da derinlere gider: "İmalat yapan dev endüstriler, bireyi ona tam doyum sağlayarak değil, onun özne olarak karakterini yok ederek yendiler."Bireysel öznenin yok edilişi paradoksal olarak doğanın sistematik olarak insanlığa boyun eğmesini içeren bir sürecin sonucudur. İşte bu da Dialectic of EnlightenmenL'm ikinci büyük temasıdır. Marksist eleştirinin geleneksel olarak odaklandığı kapitalist toplumun sömürü, sınıf mücadelesi ve kriz gibi özellikleri insanları birbirine düşürür. Ama temel çelişki sınıflar arasında değil, insanlıkla doğa arasındadır. Burada aydınlanmanın çelişkili karakterine karşı çıkmalıyız. "Aydınlanma da her sistem kadar totaliterdir." Sistematik olarak doğayı bilmek ve kontrol etmek ister. Bu da insanların yalnızca bir parçası oldukları bir varlık düzeni olarak doğanın yıkıma uğraması anlamına gelir. Bu nedenle modern Batı düşüncesinin öznel akıl anlayışında "doğanın bütün gücü öznenin soyut gücüne karşı salt ayırt edilemez bir direnişe indirgendi." Klasik Alman idealizmi mutlak öznenin dışındaki her şeyi yok etme girişiminde doğaya karşı nefretini ifade eder: "Sistem zihnin yön değiştirmesidir ve öfke her tür idealizmin ifadesidir."

Aydınlanma özgürleştirici bir kuvvet olduğu iddiasıyla kendini meşrulaştırır; bilimsel bilginin yayılması mitlerin insanlık üzerindeki etkisini kırar. Ama aslında "ikinci bir doğa" yaratır, insan denetiminden ve anlayışından kaçan kapitalizmin fetişleştirilmiş toplumsal dünyasını yaratır. Bu nedenle: "düşünce mekanizması varoluşu kendine ne kadar tâbi ederse varlığı yeniden üretirken boyun eğişi o kadar kör olacaktır. Bu yüzden aydınlanma hiçbir zaman nasıl kaçacağını bilmediği mitolojiye döner." Sonuç olarak "uygarlık, her şeyi saf doğaya çeviren toplumun doğa üzerindeki zaferidir." Faşizm basit bir biçimde aydınlanmanın olumsuzlanması değil, aynı zamanda doğayı bozma girişimi için ödediği bedeldir. Öznenin kendinde kabul edemediği arzu ve dürtüler, ötekinin barbarca yok edilmesinde ortaya çıkar. "Faşizm aynı zamanda bastırılmış doğanın egemenliğe karşı isyanını egemenliğe doğrudan yararlı hale getirmeye çalıştığı için de totaliterdir."88

Horkheimer ve Adorno'nun "bütüncül olarak yönetilen toplum" adtnı vermeye başladıkları havasız dünyada bırakın devrimi, direnişe bile hiç yer yok gibiydi. Ne var ki sorun politikadan daha derinlere gider. Eleştirel kuram, dünya tarihini aydınlanma olarak maskelenen mitin başarısı olarak yorumlamasını hangi çıkış noktasına dayandırdı? Bu sürecin derinlerinde rasyonalite yatmaktadır: "Akıl, değerlendirme, planlama organıdır; amaçlar konusunda nötrdür; unsuru koordinasyondur." Bu, etkili araçlar seçilmesine yarayan ama eylemin amaçlarına rehberlik eden değerleri belirleyemeyen Weber'in araçsal akılsallığıdır. Batı tarihinin akışına yönelik olumsuz bakış açısı, büyük ölçüde, o tarihin içsel anlamı olan akılcılaşma sürecinin araçsal akılsallığm karşı konulmaz başarısını (bkz. bölüm 7.2 ve 7.3) içerdiği inancından kaynaklanıyordu.

Horkheimer ve Adorno çoğunlukla pek farklı olmayan görüşler ifade ederler. Örneğin "şeyleşmenin örgütlü toplumun ve aletlerin kullanılmasının başlangıcına kadar götürülebilecek bir süreç" olduğu ifadesi, Lukâcs'ın Tarih ve Sınıf Bilinci'nde akılsallaşmayı sosyalist devrimin yok edeceği kapitalizmin tarihsel bir özelliği olarak gösterme girişimini tersine çevirir.Habermas'ın gözlemlediği gibi, "Horkheimer ve Adorno bilincin şeyleşmesini yaratan mekanizmayı türün tarihinin antropolojik temellerine, kendini emek aracılığıyla yeniden üretecek olan türün varlığına dayandırırlar." Manc'a göre insanların kendilerini gerçekleştirdikleri temel etkinlik olan emek bu nedenle egemenliğin kaçınılmaz nedenidir. Ölümünden birkaç ay önce Adorno, Martin Jay'e "Marx'ın bütün dünyayı dev bir çalışma evine* döndürmek istediğini" söylemiştir.

Horkheimer ve Adorno gerçekten kimi zaman "olasılıkları değerlendirme ve dolayısıyla doğru araçları doğru amaç için kullanma yeteneği," "öznel akıl" ile "insanlar ve amaçları dahil bütün varlıkların kapsamlı bir sistemi ya da hiyerarşisi" ile ilgilenen "nesnel akıl"ı karşılaştırırlar. Böylece nesnel akıl eylemin hem amaçlarını hem de araçlarını belirleyecektir. Ama Horkheimer ve Adorno bu akılsallık anlayışının sistematik değerlendirmesine benzer bir şey sunmazlar. Dialectic of Enlightenment üzerinde çalışırlarken Adorno şunu kabul etti:


Çoğunlukla öyle görünüyor ki belirli bir ölçüye kadar nesnel akla "dogmatik olarak" yaklaşıyorduk, çünkü daha önce öznel aklın ulaşılmaz olduğunu saptamıştık. Aslında iki şey açıklığa kavuşturulmalı: ilk olarak, basit biçimde öznel akılla karşılaştırılabilecek bir felsefe sunma anlamında hiçbir olumlu "çözüm" olmadığı; ikinci olarak, öznel aklın eleştirisinin ancak diyalektik bir temelde yapılabileceği, yani kendi gelişim sürecindeki çelişkiler gösterilerek ve kendi belirli olum- suzlaması ile onu aşarak yapılabileceği.94


"Olumlu 'çözüm'ün olmaması durumunda aslında eleştirel kuram şu anın soyut olumsuzlanması haline geldi. Adorno'ya göre diyalektik artık Marx'taki biçimini, var olan düzenin içinde olan ve onun dönüşümüne neden olan eğilimleri belirleme biçimini alamazdı. Bu eğilimler geç kapitalizmde yıkıldığı ya da hapsedildiği için diyalektik yalnızca olumsuz, "kimliğin doğru olmadığını, kavramın anlaşılan şeyi kapsamadığı olgusunu" göstermekle görevli olan "sürekli kimliksizlik anlayışı" olabilir.Adorno, kurtulmuş bir toplumun anlamının ancak dolaylı olarak, Modern sanatın en ciddi biçimleri üzerine felsefi düşünme yoluyla anlaşılabileceğini savunuyordu: Beckett'in oyunları ve Schoenberg'in müziği biçimsel, parçalı yapılan ile bütüncül olarak yönetilen toplumun içinde gizli olan acıya hem bir serzeniş, hem de insanlığın ve doğanın en sonunda uzlaşabileceği, sınırlarının ötesindeki özgürleşmiş bir toplumsal varlığa göndermeydi.

Frankfurt Okulu'nun bütün üyeleri böylesi karanlık sonuçlar çıkarmadılar. Marcuse'un en ünlü kitabı, One Dimensional Man [Tek Boyutlu İnsan] (1964) özünde Dialectic o/Enlighten- ment'ın popülerleştirilmiş biçimi olmasına rağmen Habermas'ın söylediği gibi, "Herbert Marcuse'un olumsuz düşünmesinin olumlayıcı bir özelliği" vardır. Onu etkileyen temel kişiler Lukâcs ve Heidegger'di. İkisinden de -daha önce de gördüğümüz gibi, Adorno ve Horkheimer'ın şiddetle karşı çıktıkları- özne ve nesnenin bütünleşmesi düşüncesini aldı. Hegel ve Marx üzerine yazdığı ilk yazılarda Marcuse, yaşamı özne ve nesneyi birleştiren bir kuvvet olarak görüyordu. Bu tema en orijinal eseri Eros and Civilization'da da [Eros ve Uygarlık] (1955) yinelenir. Bu kitapta sınıflı toplumlarda erkekler ve kadınlardan "performans ilkesi"ne boyun eğdiğini; bu ilkenin, artı emekte olduğu gibi, en az baskıyı ve insan yaşamının mümkün olmasını sağlayan arzuların yüceltilmesini değil, sömürünün ivediliğini gösteren "artı-baskiya neden olduğunu savunarak Marx ve Freud'u uzlaştırmaya çalışır. Bu nedenle sosyalist devrim hem içgüdülerin özgürleşmesi hem de toplumsal ve politik kurtuluş demek olacaktır. Ütopyacı sosyalistlerin kimi spekülasyonlarını anımsatarak Marcuse iş ile oyun arasındaki farklılığın aşıldığı ve erkek ve kadınların üretme dürtüsünden en sonunda kaçıp kaybolan bir altın çağın popüler anlayışlarında canlandırılan kolay bir yaşamın tadını çıkaracakları kurtulmuş bir toplum hayal eder.

Her ne kadar Marcuse Batılı işçi sınıfının devrimci potansiyeline karşı Frankfurt Okulu'nun öteki üyeleri kadar kuşkucu olsa da onun tarih felsefesi 1960'lı yılların sonlarında ABD ve Avrupa'da gelişen radikal öğrenci hareketleri için onun kuramını cazip hale getirdi. Horkheimer ve Adorno ise tersine, genç devrimciler isyanlarını meşrulaştırmak için kendi yazılarından yararlandıklarında çok büyük utanç duydular. O zamana kadar sunulan en iyi toplum olarak Batılı liberal kapitalizmi kabullenmiş olan Horkheimer, gerçekten öğrenci hareketine karşıydı; Adorno kişisel olarak bu harekete sempati duyuyordu, ama halk desteğinin Enstitü'ye karşı çekebileceği muhafazakâr tepkiden korkuyordu (korktuğu da oldu). Marcuse öğrencileri kollarını açarak karşıladı. Adorno'ya şöyle dedi: "Bu öğrencilerin bizden (ve kısmen senden) etkilendikleri gerçeğini göz ardı edemeyiz... varolan durum öyle korkunç, öyle boğucu ve aşağılayıcı ki ona isyan etmek insanı biyolojik, fizyolojik tepki vermeye zorluyor: daha fazla dayanamazsın, boğuluyorsun ve dışarı çıkman gerek."

Frankfurt Okulu gerçekten de bu boğulma anlayışına insan potansiyelinin geç kapitalizmin dar, her şeyi içine alan yapılarına hapsedilişini anlatarak bir açıklama getirdi. Ama bu öylesine iyi bir açıklamaydı ki bu yapılardan ne kuramsal ne pratik hiçbir çıkış sunmuyordu. Ayrıca Habermas'ın Dialectic of Enlightenment'a ilişkin gözleminde belirttiği gibi, "eleştirel kapasitenin kendini yok etmesine getirilen bu açıklama paradoksaldır çünkü daha betimleme yaparken öldüğü iddia edilen eleştiriden yararlanıyor. Aydınlanma'nın totaliterleşmesini Aydınlanma'nın araçlarıyla eleştiriyor." Habermas'ın "bu performansa ilişkin çelişki" olarak nitelendirdiği çelişkiyle uğraşırken Adorno ve Horkheimer 20. yüzyılın sonundaki toplum kuramının ana ikilemlerinden birini öngördüler.



Alex Callinicos, Social Theory, Bölüm:10.3


Hiç yorum yok: