Cumartesi, Kasım 12, 2011

Theodor ADORNO - Minima Moralia (78-99)

Flamanca (Hollanda) baskı kapağı
78
Tepelerin üzerinde. — Kedere kusursuz ifadesini kazandıran masal Pamuk Prenses'tir. Pencerenin ardından yağan kara bakan kraliçe, katışıksız imgesidir bu ruh halinin: Kar tanelerinin cansızca yaşayan güzelliğine dalmış, pencere pervazının yas siyahına ve içinde kanayan yaraya rağmen bir kız çocuk istemektedir Doğum sırasında ölecektir. Mutlu son hiç azaltmaz bu keder duygusunu. Dileğinin bağışlanması ona ölüm getirdiği ölçüde kurtarılma da bir serap olarak kalır. Çünkü cam tabutta uyur gibi yatanın uyandığına inanamaz daha derin algı. Yolculuğun sarsıntısıyla boğazından fırlayan zehirli elma dilimi, bir cinayet aracı olmaktan çok, yaşanmayıp sürgüne gönderilmiş yaşamının geri kalan kısmı değil midir? Ve ancak şimdi, sahte müjdecilere inanması artık imkansızlaştığında uyanmıyor mudur bu yaşanmamış yaşamdan? Nasıl da yetersiz çıkar mutluluğun sesi: "Pamuk Prenses ondan hoşlandı ve onunla birlikte gitti." Kötü kalplilik karşısındaki kötü kalpli zafer yüzünden nasıl da geçersiz kılınır! İşte, kurtarılmayı beklerken bize de bir ses umudun boş olduğunu söyler; ama sadece bu güçsüz umuttur tek bir soluk bile almamızı sağlayan. Derin düşüncenin yapabileceğinin en çoğu, kederin ikizanlamlılığını hep yeni şekillenmeleri içinde izlemektir. Hakikat, gerçekdışının şekillerinin günün birinde bize gerçek kurtuluşu bağışlayacağını söyleyen o yanılsamadan ayrılamaz.

79
Intellectus sacrificium intellectus. — Duyguların cılızlaşmasının nesnelliği artırarak düşünceye yaradığı veya düşüncenin bundan hiç etkilenmediği savının kendisi de aptallaşma sürecinin bir belirtisidir. Toplumsal işbölümü, insana yüklenen işleri ne kadar kolaylaştırsa da, bir bumerang gibi dönüp onu vurur. Yetiler karşılıklı etkileşim içinde gelişmiştir; birbirlerinden koparıldığında körelmeye başlarlar. "Kişinin cinselliğinin derecesi ve türü, tinselliğinin de en yüksek noktasına kadar uzanır": Nietzsche'nin bu aforizmasının geçerliliği sadece psikoloji alanıyla da sınırlı değildir. Düşüncenin en uzak, en dolaylı nesnelleşmeleri bile dürtülerden beslenir; öyleyse dürtü ve duyguları tahrip etmekle kendi koşullarını da tahrip ediyordur. Bellek, geçip gitmek zorunda olan şeyi korumaya çalışan sevgiden ayrılabilir mi? Hayalgücünün en küçük kımıltıları bile varolanın öğelerini yeniden kurguladığı ölçüde ihanet etmeksizin onu aşan arzunun ürünü değil midir? En basit algıya bile biçim veren etken, algılanan şey karşısında duyulan korku -veya arzudeğil midir? Evet, dünya nesnelleştiği ölçüde bilginin nesnel anlamı da altta yatan dürtülerden gittikçe bağımsızlaşır; kabul, nesnelleştirme çabası arzunun sultası altında kaldığı sürece iflas etmeye mahkumdur bilgi. Ama dürtüler kendilerinden bağımsızlaşmış düşünce tarafından aynı anda hem aşılıp hem korunmazsa bilgi diye bir şey de olmaz: Düşünce, onu doğurtan isteği katlettiği anda aptallığın öcüne yenik düşer. Bellek, kestirilemeyecek, güvenilemeyecek, dolayısıyla akıldışı bir güç olarak tabu kılmıyor bugün. Ve bunun sonucu olan zihinsel tıknefeslik -ki bilincin tarihsel boyutunun silinişiyle ulaşır doruğuna- doğrudan doğruya, Kant'a göre "hayalde yeniden kurma" yetisinden, demek anımsamadan ayrılamayacak olan o sentetik algılamanın2 giderek körelmesine yol açıyor. Her türlü yargının vazgeçilmez kaynağı olan nesneler arası ilişkiyi ancak fantezi kurabilir, şimdilerde bilinçdışına havale edilen, çocuksu bir toyluk olarak bilginin dışına sürülen ve böylece kendisiyle birlikte bilginin asıl edimi olan yargıyı da sürgüne götüren fantezi. Ama algının ona hiçbir arzulu bekleyiş hakkı tanımayan bır kontrol makamı tarafından iğdiş edilmesi, onu zaten bilinenleri yinelemek gibi çaresiz bir duruma sürükleyecektir. Daha fazla hiçbir şey görülemediği anda zihin de kurban edilmiş demektir. Tıpkı özerkleşmiş üretim sürecinin egemenliği altında aklın amacının gittikçe belirsizleşerek sonunda kendi kendinin ve dışsal gücün fetişizmıne dönüşmesi gibi, aklın kendisi de bir araca indirgenmekte ve kendi memurlarından, düşünme yetenekleri sadece düşünmenin engellenmesine hizmet eden o memurlardan ayırt edilmez hale gelmektedir. Duygunun son izi de silindiği anda, düşünceden geriye sadece mutlak totoloji kalır. "Bir nesneyi kendi yokluğunda bile tasarlama" yeteneğinden büsbütün arınmış olanların amansızca saf aklı, bir noktadan sonra saf bilinçsizlikle, sözcüğün en düz anlamıyla kıt zekalılıkla aynı şey haline gelir, çünkü "her türlü kategoriden arındırılmış veri" gibi aşırı gerçekçi bir ideal açısından bütün bilgi yanlıştır ve ancak doğru ya da yanlış sorusunun geçerli olmadığı yerde doğrudur. Dünyanın savunmasız yıkıntılara indirgenmiş son kalıntılarını da kendi boyunduruğu altına almak üzere olan bilimin faaliyetleri, böyle eğilimlerin epeyce mesafe kazanmış olduğunun işaretidir.

80
Tanı. — Dünyanın şimdi Nasyonal Sosyalist iftiranın gevşek Weimar Cumhuriyetiyle ilgili yanlış kurgularına sahiden benzemiş olduğunu kanıtlayan şey, kurumlarla hizmet ettikleri arasındaki o peşin uyumdur. Herkesin gözünden uzakta türemiş yeni bir insan türü, tahakkümün artık saçmalaşmış süreğenliğinin dayattığı zorlama ve kısıtlamaları oburca benimsiyor. Ne var ki, nesnel toplumsal çerçevenin kışkırttığı ve desteklediği bu insanlar, aslında o peşin uyuma karşı uyumsuzluk ve kakışımı temsil etmesi gereken işlevleri de adım adım üstlendiler. Geçersiz kılınan çok şey arasında, "Basınç, karşı basıncı yaratır" deyişi de var: Birincisi yeterince arttığında ikincisi kaybolmaktadır ve toplum da gerilimlerin ölümcül bir tasfıyesiyle entropi'ye kayda değer bir katkı yapmaya ant içmiş gibidir. Bilimsel endüstri, işe koştuğu kafalarda ayna imgesini buluyor: Kendilerine hiçbir şiddet uygulamaları gerekmiyor bu kişilerin, çünkü zaten kendi gönüllü ve gayretkeş gözetimcilerine dönüşmüş durumdalar. Resmi görevleri dışında hayli insani ve aklı başında varlıklar olsalar bile, profesyonelce düşünmeye başladıklan anda marazi bir aptallık felç ediyor onları. Ama bu adaylar -ve bütün bilimciler çeşitli mevkilerin adaylarıdır- düşünmeye getirilen kısıtlamalarda düşmanca bir şey görmek şöyle dursun, kendilerini daha da rahatlamış hissetmekteler. Üretim sürecindeki nesnel konumları düşünmenin yüklediği öznel sorumluluğu yerine getimelerine izin vermediği için onlar da düşünmekten vazgeçiyor ve şöyle bir titredikten sonra koşarak karşı tarafa katılıyorlar. Düşünmeyi sevmemek çok geçmeden düşünmeyi becerememeye dönüşür: Bir bilgiyi sabote etmek söz konusu olduğunda en ustalıklı ve karmaşık itirazları hiç zorlanmadan ortaya sürebilen kişiler, kendi başlarına en basit tahminleri yapmaktan acizdir bugün. Spekülasyona vurmakta ve onunla birlikte sağduyuyu da öldürmekteler. Daha zeki olanları, düşünme yetilerinin hasta olduğunu sezmektedir, çünkü bu hastalık ilkin her yerde değil, hizmetini sattıkları organlarda ortaya çıkar. Birçoğu hastalıklarının keşfedileceği günü korku ve utançla beklerken tam tersine kamunun bunu bir ahlaki zafer gibi alkışladığını görmektedir: Bir bilimsel çilekeşlik sayılıyordur içine düştükleri durum; onlarsa bunun çilekeşlik fılan değil, sadece zaaflarının gizli içeriği olduğunun farkındadırlar. Hiç geçmeyen nefret ve hınçları, toplumsal gerekçelendirilişini şu savda bulur: Düşünme bilimsel değildir. Öte yandan, kontrol mekanizmaları, zihinsel güçlerinin de birkaç boyutta adamakıllı gelişmesine yol açmıştır. Araştırma teknisyenlerinin kolektif aptallığını, zihinsel yetilerin düpedüz yokluğu ya da gerilemesi olarak değil, tam da düşünme yetisinin çoğalması olarak görmeliyiz: Bu yeti, düşünceyi kendi kuvvetiyle tüketiyordur şimdi. Genç aydınların mazohistçe hıncı, hastalıklarının habisliğinden kaynaklanmaktadır.

81
Büyük ve küçük. — Artık bütünün zemin planından ayırt edilemeyen teoriye ekonomik planlama alanından yapılan en yıkıcı aktarımlardan biri de düşünsel çalışmayı bir şeyle uğraşmanın zorunlu veya makul olup olmadığı ölçütüyle yönetebileceğimiz inancıdır. Acillik sıralamaları yapılmaktadır. Oysa düşünceyi kendiliğindenlik anından yoksun bırakmak tam da zorunluluğunu iptal etmek olur. Düşünce, birbiriyle değiştirilebilen ve yerine yenisi konulabilen programlara indirgenir böylece. Savaş ekonomilerinde hammaddelerin dağıtımı ve üretilecek silah türü konusunda bazı öncelik sıralamaları yapılmasını andırır biçimde, teori kurma çalışmalarına da özellikle güncel veya eldeki konuyla ilgili olanı kayıran bir önem hiyerarşisi sızmaktadır: Özsel olmayan her şeyi ikincil sayan veya ancak temel olguların süsü ve cilası olarak hoş gören bir ayrımcılık. İlgililik kavramı örgütsel kaygılarla belirlenmekte, güncellik de anın en güçlü nesnel eğilimiyle ölçülmektedir. Bu önemli ve ikincil kategoriler şematikleştirmesi, günün geçerli pratiğinin değerler skalasıyla içerik açısından çelişse bile biçim yönünden uyum içindedir. Önem tapıncını ilerici felsefenin çıkış noktasında, Bacon ve Descartes'ta bile bulabiliriz. Ama sonunda özgür olmayan ve gerilemeci bir nitelik gösterir bu tapınç. Önemi en iyi temsil eden şey dolaşmaya çıkmış köpektir: Nedensiz bir noktada birden duraklar, gergin ve dikbaşlı bir tavırla havayı koklar, son derece keyifsiz gibidir - sonra çişini yapar. toprağı eşeler ve aldırışsızca yoluna devam eder. İlkel çağlarda ölüm ve kalım belki de böyle şeylere bağlıydı; ehlileşmenin ardından geçen binlerce yıldan sonra gerçekdışı bir törene dönüşmüştür hepsi. Ciddi bir komiteyi sorunların acilliğini tartıp sonra da dikkatle tanımlanmış ve zaman sırasına konulmuş görevleri meslektaşlarının dikkatine sunarken izleme fırsatını bulan kişinin böyle tuhaf törenleri anımsamaması mümkün müdür hiç? Her türlü önemde de zamanın dışına düşmüş bu taşkafalı inattan bir şeyler bulunur: Onu bir düşünce ölçütü olarak kullanmak, düşünceyi efsunlanmış bir sabitliğe mahküm etmek ve kendi üzerinde düşünme imkanından yoksun bırakmak olur. Büyük temalar, tarihöncesinden gelen birtakım ilksel gazlardan ibarettir: Hayvanı duraklatan ve onları bir kez daha çıkarmak için çabalamasına yol açan gazlar. Bu, önem hiyerarşisini ihmal edeceğimiz anlamına da gelmez. Hiyerarşinin dar kafalılığı sisteminkini yansıtıyorsa eğer, sistemin bütün gücü ve sıkılığı da hiyerarşiye geçmiştir. Ancak, düşünce bu hiyerarşiyi tekrarlamamalı, sonuna götürerek ortadan kaldırmalı. Dünyanın önemli ve önemsiz konulara ayrılması -ki her zaman ağır toplumsal adaletsizlik gibi bir kilit sorunun sadece istisna olarak sunulmasına ve nötrleştirilmesine hizmet etmiştir- kendi yanlışlığıyla yüzleşip mahkum olacağı noktaya kadar götürülmeli. Her şeyi nesneye dönüştüren ayırma işlemi, düşünceyi yönetmemeli, tam tersine kendisi bir düşünce nesnesi haline gelmeli. O zaman büyük temalar yine ortaya çıkacak, ama bu kez o geleneksel "tematik" anlamlarıyla değil, prizmadan geçerek kırılan ve merkezdışı kalan yönleriyle belireceklerdir. Dolayımsız niceliğin barbarizmini, idareciler ve matematikçilerle eski ittifakından kalma bir miras olarak taşımaktadır felsefe: O şişkin dünya-tarihsel hayhuyun damgasını taşımayan her şey, pozitif bilimlerin işlemlerine teslim edilmektedir. Burada, bir yapıtın haysiyetinin ve kazandığı ünün işlenen konunun ağırlığına bağlı olduğu inancıyla yapılmış kötü bir resim gibi davranıyordur felsefe; Leipzig Savaşını betimleyen bir resmin, çapraz açıdan görülmüş bir iskemle resminden daha değerli olduğuna inanmaktadır. Bu kötü safdillik için, kavramsal ortamla sanatsal ortam arasındaki farkın hiç önemi yoktur. Soyutlama sürecinin içinde bütün düşüncelere bir büyüklük yanılsaması eşlik eder, doğru; ancak, kendi üzerinde düşünerek sağladığı saydamlık içinde, kendi panzehirini de içerir bu süreç: Aklın özeleştirisi en doğru ahlakıdır. Bunun tersi, kendi kendini yöneten düşüncenin en son evresinde, öznenin ortadan kaldırılmasından başka bir şey değildir. Teorik çalışma jesti, temaları önemlerine göre yargılarken, teorik işçiyi de ihmal eder, Gittikçe azalan sayıda teknik yetilerin geliştirilmesi, teori işçisinin bütün tanımlı görevler için yeterli olmasını sağlayacaktır. Ama yukardan dayatılan bir görevler kümesine sığdırılamayacak şey de düşünen öznelliktir: Ancak bu kümenin bir parçası olmamak anlamında onlar için yeterli olabilir ve böylece kendi varlığı da nesnel olarak bağlayıcı her türlü hakikatin bir önkoşulu haline gelir. Özneyi hakikatin kesinleştirilmesine feda eden o zorba sözde-gerçekçilik, aynı anda hem hakikati hem de nesnelliği reddediyordur.

82
Mesafeyi korumak. — Pozitivizm, düşüncenin gerçeklikle kendi arasına koyduğu mesafeyi yeniden daraltır; zaten gerçekliğin kendisi de bu mesafeye tahammül edemiyordur artık. Altındaki olgusal malzeme için geçici bir kısaltma işaretinden fazla bir şey olmamayı isteme noktasına doğru püskürtülen düşünce, sadece gerçeklik karşısındaki özerkliğini değil, onunla birlikte gerçekliğe nüfuz etme gücünü de yitirir. Zihinsel yaşam ancak yaşamdan belli bir uzaklıkta sürdürebilir varlığını; empirik gerçeklikle bağlantı kurmasının koşulu da budur. Düşünce olgularla ilişki kurar ve onları eleştirerek devinim kazanır, doğru; ama devinimi yine de mesafenin korunmasına bağlıdır.

Varolanı tam ve kesin olarak anlatabiliyordur çünkü varolan hiçbir zaman düşüncenin tam onu anlattığı gibi değildir. Her zaman belli bir abartı öğesi bulunur düşüncede: Nesnesini hedeflerken ötesine geçer, olgusalın ağırlığını üstünden atar ve böylece varolanı düpedüz yeniden-üretmek yerine, aynı anda hem kesin hem de özgür bir tavırla, belirlemeye yönelir onu. Bu açıdan oyunu da andırır her düşünce; Nietzsche kadar Hegel de zihnin çalışmasını oyunla karşılaştırmıştır. Felsefeyi barbarizmden uzaklaştıran, sorumsuzluk öğesinin gizliden gizliye farkında olmasıdır: Ona canlılığını veren de yargıladığı şeyden hep kaçan düşüncenin oynaklığıdır. Böyle başına buyruk bir tavır pozitivist ruhun hınçlı öfkesine hedefolur ve çılgınlık olarak damgalanır. Zihinsel işlevlerin saniyesi saniyesine bütün hareketlerinin hesabını vermek durumunda oldukları bir dünyada, olgulardan ayrılmak düpedüz yanlışlığa, oyun anı da lükse dönüşür. Ne var ki, kendi dokunulmaz mesafesini yadsıyıp da bin türlü ince savlamayla gerçeğe harfi harfıne uygun olduğunu kanıtlamaya kalkıştığı anda tökezlemeye başlar düşünce. Potansiyellik ortamını, herhangi bir fiili gerçekle tam olarak karşılanamayacak öngörü ortamını arkada bıraktığı, yorum olmak yerine yalın doğrunun düz ifadesi olmaya çalıştığı ölçüde hakikatten de uzaklaşır. Güvensizlikten ve rahatsız bir vicdandan esinlenen kendini aklama çabası içinde ortaya sürdüğü her sav, tanımak istemediği ama onu düşünce yapan tek öğe olan özdeşlik-dışına1 işaret etmekle kolayca çürütülebilir. Buna karşılık, mesafesini bir ayncalık olarak korumaya çalışması da işe yaramaz çünkü böyle yapmakla iki çeşit hakikat olduğunu öne sürmüş olur: Bir yanda olguların hakikati, öte yanda kavramların hakikati. Hakikat kavramının kendisini çökertmek ve düşünceyi lekelemektir bu da. Bir güvenlik kuşağı değil, bir gerilim alanıdır mesafe. Kavramların hakikat iddiasının gevşetilmesinde değil, düşünmenin incelik ve kırılganlığında gösterir kendini. Pozitivizm karşısında alınacak tavır ne haklı ve doğru çıkmaya çalışmak olmalıdır, ne de seçkinlik ve farklılık havalarına bürünmek. Yapılması gereken, bilginin eleştirisi yoluyla, bir yanda kavramla öte yanda onu karşılayan şey arasında tam bir örtüşmenin imkansız olduğunu göstermektir. Eşanlamlı ve özdeş olmayanı eşitleme tutkusu, sonunda kurtuluşa eren o durmak bilmeyen emekle aynı değildir.2 Sadece safdillik ve deneyimsizliktir. Düşünce pozitivizmin yönelttiği suçlamaları binlerce kez işitip binlerce kez unutmuştur; düşünce olmasını sağlayan da bu sürekli işitip unutmadır. Düşüncenin gerçeklikten uzaklığı da tarihin kavramlarda bıraktığı çökeltiden başka bir şey değildir. Onları mesafesizce kullanmak, içerdiği teslimiyete karşın ya da tam o yüzden, fazlasıyla kolaydır. Çünkü düşünce sırf hedefine hiçbir zaman tam ulaşamayacağı için hep daha öteye yönelmek zorundadır. Pozitivizm ise kendisinin o hedefe ulaşabileceğine inanmakla her türlü eleştirellikten vazgeçer: Yalpalamalarının sadece dürüstlük ve her şeyin hakkını verme çabasından kaynaklandığını sanıyordur. Öteye geçen bir düşünce, kendi yetersizliğini, bilimin denetim mekanizmalarınca yönlendirilen bir düşüncenin yaptığından çok daha fazla dikkate alır. Bilinmeyenle ilgili öngörüler yapar: Kaçınılmaz çok-azın umutsuzca da olsa üstesinden gelmek amacıyla çok-fazlayı aşırı ölçüde zorlar. Felsefeyi suçlayanların işaret ettiği gayri meşru mutlaklık -bu mutlaklığın her türlü felsefi önermeyi lekelediği söylenir- aslında tam da göreliliğin uçurumundan kaynaklanıyordur. Spekülatif metafiziğin abartıları, kendi üzerinde de düşünen aklın yara izleridir, kanıtın maskesini indirerek bir totolojiden ibaret olduğunu da sadece kanıtlanmamış olan gösterebilir. Buna karşılık, göreliliğin her şeye kayıt konulmasını fazla kolayca kabullenişi, kendisine ayrılmış alan içinde kalmaya hemen razı olan o alçakgönüllülük, bu temkinliliği yüzünden kendi sınırını yaşama imkanını daha en baştan reddetmiş demektir; oysa Hegel'in bir yerde söylediği gibi, sınırı düşünmek onu aşmakla aynı şeydir. Bu yüzden göreciler asıl kötü mutlakçılardır; üstelik kötü burjuvalar da onlardır, çünkü bilgilerine bir mülkiyet olarak sahip çıkma telaşı içinde onu büsbütün yitirirler. Görelinin hakkını ancak kendi gölgesinin üzerinden atlayan mutlak verebilir: Hakikatsizliği kendi üstüne almıştır ve insan bilgisinin koşullara bağımlılığının somut bilgisi içinde, hakikatin eşiğine doğru yol almaktadır.

83
Başkan Yardımcısı. —Aydınlara öğüt: Kimsenin sizi temsil etmesine izin vermeyin. Bütün hizmet ve insanların birbirinin yerine konulabilirliği ve bunun sonucunda herkesin her işi yapabileceği inancının yerleşmesi, varolan düzende, kişiyi kısıtlayan bir ayakbağıdır. Birbiriyle değiştirilebilirlik gibi eşitlikçi bir ideal, tabana karşı sorumluluk ve görevden alınabilirlik ilkeleriyle desteklenmediğinde bir sahtekarlığa dönüşür. En kudretli insan, işin azını kendi üstüne alıp çoğunu başkalarına yıkmayı beceren ama işe kendi adını verdiği için de bütün ödülleri cebe indiren adamdır. Kolektivizme benzer bu; ama sadece bir üstünlük duygusudur sonuçta, başkalarını denetleyebildiği için kendisi çalışmak zorunda olmayan kişiye özgü bir duygu. Maddi üretimde bu değiştirilebilirlik ilkesinin maddi bir temeli olduğunu kabul etmek gerekir. İş süreçlerinin nicelleştirilmesi, bir genel müdürle bir benzin istasyonu çalışanının görevleri arasındaki farkı azaltma eğilimindedir. Bugünün koşullarında bir tröstü yönetmenin bir basınçölçeri okumaktan daha çok zeka, deneyim, hatta eğitim gerektirdiği düşüncesi sadece iğrenç bir ideolojidir. Maddi üretimde bu ideoloji inatla savunulur, oysa tinin maruz kaldığı bunun tam karşıtıdır. Bugün ipliği pazara çıkmış universitas literarum doktrinidir bu, ilim irfan cumhuriyetinde herkesin eşit olduğu doktrini - bir cumhuriyet ki sadece herkesi herkesin gözetimcisi olarak istihdam etmekle kalmamakta, herkeste herkesin işini yapmasına yetecek nitelikler bulunduğunu da öne sürmektedir. Değiştirilebilirlik, mübadelenin nesnelere uyguladığı işlemlerin aynısının fıkirlere uygulanmasına yol açar: ölçülmez olan tasfiye edilir böylece. Düşüncenin ilk görevi mübadele ilişkilerinin sonucu olan o her şeyi kapsayan ölçülebilirliği eleştirmektir; bu ölçülebilirlik, üretici güçleri engelleyen ve onların karşısında yer alan tinsel üretim ilişkilerini oluşturuyordur. Birbiriyle değiştirilebilirlik, maddi alanda, daha şimdiden mümkün olan şeydir, değiştirilemezlikse sadece bunu önlemenin bahanesi. Ama böyle bir quid pro quo'ya [bir şeye karşılık bir başka şey] pabuç bırakmaması gereken teori alanında değiştirilebilirlik, nesnel antitezinin bulunduğu yerde bile sistemin sürdürülmesine ve yaygınlaştırılmasına hizmet eder. Zihnin istihdam saflarına çekilişini sadece değiştirilmezlik durdurabilir. Her düşünsel başarının bir örgütün bütün yetkili üyelerince tekrarlanması gerekir - apaçık bir doğruymuş gibi öne sürülen bu talep, en dargörüşlü akademik teknisyeni zekanın ölçüsü haline getirir: Bu kişi, kendi teknik yeterliliğini -onu yetkili kılan tekniği eleştirme becerisini- nerede kazanacaktır? Ekonomi de her şeyi aynı düzeye indirme işlemini böyle gerçekleştirir - bir düzleştirme ki sonradan kendi arkasından "Hırsız var! Tutun!" diye bağıracaktır. Bireyin tasfiyesi çağında, bireysellik sorunu yeniden ortaya sürülmelidir. Birey, bütün bireyci üretim yöntemleri gibi teknolojinin gerisine düşmüş ve tarihsel açıdan miadını doldumıuştur ama, galiplerin karşısındaki mağlup olarak da hakikatin emanetçisi haline gelmektedir. Çünkü teknik yeterliliği meşru kılan ama bu yeterliliğin gözardı ettiği şeyin bir izini, ne kadar çarpıtılmış biçimde olursa olsun, sadece birey koruyabilir. Gemi azıya almış ilerleme insanlığın ilerlemesiyle hiçbir dolaysız özdeşlik göstermediği için, gerçek ilerleme de ancak bu azgın gelişmenin antitezinde bir sığınak bulabilir kendine. Bir kalemle bir silgi, bir tabur asistandan daha yararlıdır düşünceye. Kendilerini ne düşünsel üretimin bireyciliğine tümüyle teslim etmek ne de insanı içten içe hor gören eşitlikçi değiştirilebilirliğin kolektivizmine gözü kapalı dalmak isteyenler, sorumluluğun paylaşıldığı bir özgür işbirliği ve dayanışma noktasına çekilmek zorundadırlar. Başka her şey, zihnin iş dünyasından türemiş biçimlere ve sonunda o dünyanın kendisine satılması demektir.

84
Zaman çizelgesi. — Bir aydına uygun düşen yaşam tarzını burjuvanınkinden ayıran en kesin fark, ilkinin işle zevki birbirinin almaşığı saymamasıdır. Gerçekliğin payını vermek amacıyla öznenin önce kendisine sonra da başkalarına zulmetmek zorunda kalmayan her iş, en umutsuz uğraşma anlarında bile zevktir. Verdiği özgürlük, burjuva toplumunun sadece dinlenme saatleri için ayırdığı ve sırf böyle sınıflandırdığı için aynı anda geri de almış olduğu özgürlüğün aynısıdır. Buna karşılık, özgürlüğü tanımış olan herkes bu toplumun hoşgördüğü bütün eğlenceleri katlanılmaz bulacak ve burjuvanın "kültür" diye iş dışı saatlere havale ettiği kendi işinin dışında hiçbir ikame zevke gönül indirmeyecektir. Çalışırken çalış, oynarken oyna - baskıcı özdisiplinin ana kurallarından biri budur. Çocuklarının eve iyi karne getirmesini onur sorunu yapan anababalar, çocuğun gece geç saatlere kadar okumasına ya da aşırı zihin zorlaması saydıklan faaliyetlere girişmesine en azından izin verme eğilimindeydiler. Bu ahmaklıklarının içinden sınıflarının dehası konuşuyordu. Ilımlılık ve ölçülülüğün makul insana en uygun erdem olduğunu öne süren ve Aristo'dan beri kişilerin eğitiminde başrolü oynayan doktrin, başka amaçların yanında, insanı birbirinden bağımsız işlevlere ayıran o toplumsal olarak zorunlu işbölümünün iyice perçinlenmesine de hizmet eder; o kadar ki, bu işlevlerin hiçbirinin aklına ötekilerin kapısını çalmak ve onlara insanı anımsatmak gelmemektedir. Ama dış odadaki sekreterin telefona baktığı bir ofiste akşam beşe kadar masasında oturup da işi bittiğinde golf oynamaya giden bir Nietzsche de düşünemeyiz. Toplumun basıncına karşı gerçek deneyimi hala mümkün kılan şey, zevkle işin kurnazca birbirbirine dolanması olabilir ancak. Bu türden bir deneyim gittikçe toplumun hoşgörü sınırlarının dışına itilmektedir. Düşünsel denen meslekler için de geçerlidir bu: Ticari faaliyeti andırdıkları ölçüde her türlü haz öğesinden de yoksun kalıyorlardır. Atomlaşma, sadece bireylerin birbirinden kopmasında değil, bireyin kendi içinde bölünmesinde ve yaşamının çeşitli alanları arasında duvarların belirmesinde gösterir kendini. Hiçbir ruhsal doyum payı tanınmamalıdır işe ki, amaçlar bütünlüğü içindeki işlevsel alçakgönüllüğünü yitirmesin; boş zamanın içine de hiçbir düşünce kıvılcımı karışmamalıdır ki, iş dünyasına sıçrayıp onu ateşe vermeye kalkmasın. Yapıları açısından iş ve eğlence gittikçe birbirini daha çok andırmaya başladığı halde, aralarındaki ayrım da görünmez sınır çizgileriyle sürekli pekiştirilmektedir. Sevinç ve zihin ikisinden de kovulmuştur: Hüküm süren, vahşi ciddiyet ve sahte faaliyettir ikisinde de.

85
Muayene. — Gözetilecek çıkarları ve gerçekleştirilecek planları olan "dünyevi kişinin" gözünde, karşılaştığı insanlar otomatik olarak dost veya düşmana dönüşür. Kendi planları içinde oynayabilecekleri rolü kestirneye çalışırken onları daha en baştan nesneye indirgemiştir: Bazıları yararlıdır, bazıları engel. Her farklı kanı, önceden belirlenmiş hedeflerin -bunlar yoksa pratik adam kendini kaybolmuş hisseder- sağladığı yerlemler üzerinde, yorucu bir direnç, bir sabotaj, bir kumpas olarak belirir; her anlaşma da, en bayağı çıkarlara dayandığı durumlarda bile, bir destek görünümü alır, kullanılabilecek bir şeye, bir ittifak senedine dönüşür. Böylece fakirleşir başkalarıyla ilişkiler.

Onları kişinin kendi istencinin işlevleri olarak değil de özerk varlıklar olarak görme yeteneği kadar, doğurgan zıtlıklar kurma, karşıtı içererek kendi ötesine geçme kapasitesi de dumura uğrar. Bunların yerini alan, kişilere ilişkin hesaplı bir değerlendirmedir: En iyi insan sonunda kötünün iyisi olandır bu değerlendirmeye göre, en kötüsüyse en büyük kötülük değil. Gelgelelim, her çeşit idarenin ve "personel politikasının" yapısına içkin olan bu tepki biçimi, kendi mantığı gereği ve herhangi bir siyasal eğitimden veya özel programdan bağımsız olarak Faşizme yönelir. İnsanların yararlılığını ölçmeyi adet edinen kişi, bir tür teknolojik zorunlulukla, ölçülenleri ya "bizden" sayacaktır ya "onlardan", ya ırka dahil ya yabancı, ya suç ortağı ya kurban. Dehşetin bütün önderlerinin ortak özelliği olan o sabit, ölçüp biçen, aynı anda hem hipnotize edici hem de hipnotize olmuş bakışın özgün modeli, görüşmeye gelmiş memur adayına oturmasını söyleyen işletme yöneticisinin projektörü andıran bakışıdır: Adayın yüzünü amansızca aydınlatırken parlak ve kullanılabilir kısımlarla karanlık ve itibarsız ehliyetsizlik bölgelerini tasnif ediyordur. Son evre, çalışma kapasitesiyle tasfiye arasında bir karara varmak amacıyla yapılan tıbbi muayenedir. İncil'deki "Benden yana olmayan bana karşıdır" sözü, anti-Semitizmin yüzlerce yıllık tarihini özetler. Tahakkümün bir temel özelliği, kendisiyle özdeşleşmeyen herkesi sırf farklı olduğu için düşman kamptan saymasıdır: Raslantı değildir Yunanca'dan gelen "Katolik" sözcüğünün Latince'deki "totalite"nin -ki Nasyonal Sosyalistler gerçekleştirmiştir- karşılığı olması; ister "sapma" olarak tanımlansın ister başka bir ırkın üyesi olarak, sonuçta farklı olanın düşmana indirgenmesidir bu. Öyleyse Nasyonal Sosyalizmin de kendi tarihsel bilincine ulaştığını kabul etmek gerekir Carl Schmitt politikanın özünü dost ve düşman kategorileriyle tanımlamıştır.1 Böyle bir bilince doğru ilerleme, aynı zamanda, çocuğun davranış biçimlerine doğru gerileme anlamına gelir: Çocuk ya seviyordur çevresindeki şeyleri, ya korkuyordur onlardan. A priori biçimde dost-düşman ilişkisine indirgeme yeni antropolojinin en temel olgularındandır. Özgürlük akla kara arasında bir seçme yapmak değil, reçetesi önceden verilmiş böyle peşin seçişlerin en baştan reddedilmesi olacaktır.

86
Küçük Hans — Aydın kişi, özellikle felsefeye yatkınsa, pratik yaşamdan kopuktur: Duyduğu iğrenti onu sadece o "zihinsel" denilen işlerle uğraşmaya yöneltmiştir. Ama maddi pratik sadece onun varoluş koşulu olmakla kalmaz, aynı zamanda yapıtında eleştirdiği dünyanın da temelidir. Eğer bu temel hakkında hiçbir şey bilmiyorsa, mermisini boşa harcıyor demektir. Bilgi edinme ya da nefret ettiği şeye büsbütün sırt çevirme seçenekleriyle karşı karşıyadır. Eğer ilkini seçerse kendine haksızlık etmiş olur: Kendi eğilimlerine ters bir düşünce tarzını benimsemekte ve ayrıca uğraştığı şeyin düzeyine düşme tehlikesiyle yüzyüze kalmaktadır; çünkü ekonomi şaka değildir ve sadece onu anlamak için bile insanın "ekonomik düşünmesi" gerekir. Ama onunla hiç ilgilenmeyecek olursa, kendi zihnini bir mutlak olarak hipostazlaştırıyor demektir; oysa bu zihin de ekonomik gerçeklikle ve soyut mübadele ilişkileriyle temas içinde çıkmıştır ve ancak kendi koşulları üzerine düşünmekle zihin haline gelir. Aydın kişi, böylece kendini düşüncenin iğvasına kaptıracak ve nesnenin yerine onun düşüncesini geçirecektir. Kamusal kültür endüstrisinde zihinsel ürünlere verilen o safdilce ama dürüstlükten uzak önem, bilgiyi ekonomik vahşetten ayıran duvara yeni tuğlalar ekler. Zihnin işten yalıtılması, zihinsel işin rahatlatıcı bir ideoloji haline gelmesine yardım eder. Bu açmaz, aydının davranışı en ince vurgularına varıncaya kadar belirliyordur. Ancak kendini bir ölçüde saf ve temiz tutan bir insanda dünyaya direnmesine yetecek kadar nefret, cesaret, özgürlük ve hareket imkanı vardır; ama işte bu özgürlük yanılsaması yüzünden -bir "üçüncü şahıs" olarak yaşıyordur- sadece dışsal olarak değil, kendi iç yaşamının derinliklerinde de dünyaya yenik düşer. Buna karşılık iş dünyasını fazla iyi tanıyan kişi de onun aslında ne olduğunu unutur; ayrım yapma yeteneğini yitirir ve nasıl başkaları bir kültür fetişizmine kapılma tehlikesiyle yüzyüze kalıyorsa o da her an barbarizme kayma olasılığıyla birlikte yaşamak zorunda kalır. Aydınlar kötü bir toplumun nimetlerinden yararlananlardır, ama yarar düşüncesinden özgürleşmiş bir topluma ulaşılması da yine onların toplumsal açıdan yararsız çalışmalarına bağlıdır - öylece kabullenilebilecek ve dolayısıyla anlamını yitirecek bir çelişki değildir bu: Aydının yapıtının nesnel niteliğini durmadan kemirir. Aydın ne yaparsa yapsın yanlış yapıyordur. Geç kapitalizmin kendisine bağımlı herkese gizlice sunduğu alçaltıcı seçeneği canhıraş biçimde yaşar: Ya o da yetişkinlerden biri haline gelecek ya da çocuk kalacaktır

87
Güreş kulübü — Dürüst çabaları, "entelektüel ciddiyeti" ve çoğu zaman da alçakgönüllü nesnelliğiyle çok sevimli görünen ama aslında sevimli göründüğü ölçüde hiç güvenilmeyecek bir aydın tipi var. Zorluklarla güreşiyordur, kendisiyle sonsuz bir mücadeleye girişmiştir, tüm varlığının katılımını gerektiren kararların ortasında yaşamaktadır, Ama her şey bu kadar da korkunç değildir. Yaşamlarını radikal biçimde ortaya süren bu tür aydınların ellerinin altında çok güvenilir bir cephanelik vardır ve ona hemen başvurmaları da melekle giriştikleri boğuşmanın foyasını çıkarır: Eugen Diederichs'in ya da özgürleşmiş olduğu izlenimini vermek için çırpınan belli bir teolog tipinin kitaplarına bakmak yeterlidir. Pek kanlı canlı bir söz dağarı, içselciliğin düzenlediği ve katıldığı bu güreş turnuvalarının adilliği konusunda kuşkuların belirmesine yol açar. Bütün terimler savaştan fıziksel tehlikeden, gerçek yıkımdan alınmıştır ama sadece düşünme süreçlerini betimliyordur. Bu süreçler, güreşçilerin alıntı yapmayı pek sevdikleri Kierkegaard ve Nietzsche örneklerinde ölümcül sonuçlara varmış olabilir; ama tehlikede olduklarını iddia eden kendinden menkul izleyicilerinin durumunda böyle bir şey yoktur. Varoluş mücadelesini yücelttikleri için kendilerini iki kere kutlasalar da -önce tinselleştirmeleri için, sonra da cesaretleri için- tehlike öğesini içselleştirmekle ve onu çok zinde, çok iştahlı ve kendinden memnun bir tavırla temellendirilmiş bir Weltanschauung'un [dünya görüşü] tuzu biberi haline getirmekle bu tehlikeyi etkisiz de kıhyorlardır. Dış dünyaya karşı tavırlan, tepeden bakan bir aldırışsızlıktır - kararlarının ciddiyetiyle kıyaslandığında çok önemsiz kalıyordur bu dünya; onlar da onu olduğu gibi bırakır ve sonunda kabullenmiş olurlar. Kullandıkları abartılı deyimler, güreşçilerin bir araya gelmeyi o kadar sevdikleri cimnastikçi kızların deniz kabuğu kolyelerini andıran sanatkarane süslerdir. Kılıç dansı hilelidir, sonucu önceden bellidir. Zafer kazanan Kategorik Yükümlülük2 de olabilir, Bireyin Haklan da; talip, kişisel bir Tanrıya duyduğu inançtan kurtarıyor da olabilir kendini, bu inancı yeniden buluyor da; Varlığın uçurumuyla da yüzleşmiş olabilir Duyularınkiyle de - ne olursa olsun sonuçta dizleri üstüne çökecektir. Çünkü çatışmaları yöneten güç, sorumluluk ve doğruluk düsturu, her zaman otoriterdir, Devletin maskesidir. Güreşçiler varolanın takdisini kabul ettiklerinde zaten mesele kalmaz. İsyankar kararlara ulaştıklarındaysa, herkesin kapıştığı o gururlu, bağımsız adamlar olarak bir puan daha alırlar. İki durumda da, onlardan hesap sorabilecek otoriteyi iyi evlatlar gibi onaylıyorlardır. Aslında bütün mücadele de o otorite adına verilmiştir: iki yaramaz okullu gibi itişip kakışmalarını izleyen bakış başından beri çatık kaşlıdır. Her güreş karşılaşmasında bir hakem bulunur: Bütün boğuşma, bireyde içselleşmiş olan toplum tarafından düzenlenmiştir; toplum, mücadeleye hem katılmakta hem de denetlemektedir onu. Sonuç ne kadar muhalifse toplumun zaferi de o kadar ölümcül olur: Vicdanlarının sesine kulak verdikleri için başlarını kendi otoriteleriyle belaya sokacak inanç beyanlarında bulunmuş papazlar ve başöğretmenler, zulme ve karşıdevrime sempatiyle bakmışlardır hep. Tıpkı kendini olumlayan her çatışmada bir hezeyan öğesinin bulunması gibi, kendine eziyetin bütün o düzmece dinamiğinin temelinde de baskı vardır. Bu insanların hiç durmadan bütün o ruhsal takım taklavatı ortaya dökmelerinin nedeni, hezeyan ve öfkelerini başka bir yerde boşaltamamış olmalarıdır ve iç dünyadaki düşmanla mücadeleyi zaten "başlangıçta" varolduğuna inandıklan eyleme dönüştürmeye de hazırdırlar.3 Prototipleri, içselliğin mucidi olan Luther'dir: Mürekkep hokkasını varolmayan şeytana fırlatıyordur ve şeytanla kast ettiği daha o noktada bile köylüler ve Yahudilerdir. Ancak sakat bir zihin kendi düşünsel özünü -yalanı- azularının kalınlığıyla kanıtlamak için kendinden nefret etmeye gerek duyabilir.

88
Saf oğlan. — Bireyin hiçbir iz kalmamacasına tasfiye edilmekte olduğunu düşünmek aşırı iyimserlik olur. Çünkü onun kestirmeden olumsuzlanışı, monad'ın dayanışmayla ortadan kaldırılışı, ancak genele oranla tikel haline gelen tek varlığın kurtuluşuna da zemin hazırlayacaktır. Bugünkü durumsa bundan çok farklı. Felaket, geçmişte varolanın radikal bir tasfıyesi biçimini almıyor; bunun yerine, tarihin mahkum ettiği her şey, cansız, nötrleştirilmiş ve aşağılık bir yük gibi iktidarsızca oradan oraya sürükleniyor. Standartlaştırılmış ve örgütlenmiş insan birimlerinin ortasında birey hala varlığını sürdürmekte. Hatta korunduğu ve bir tekel değeri kazandığı da söylenebilir. Ama gerçekte kendi eşsizliğinin ürününden fazla bir şey değil: 0 da tıpkı çocukların eskiden hayranlıkla, gülerek, ama çok da inanmadan seyrettiği anormal dölütler gibi bir sergi parçası şimdi. Artık bağımsız bir ekonomik varoluşu kalmadığı için, karakteri de nesnel toplumsal rolüyle çelişmeye başlıyor. Ve tam da bu çelişki yüzünden, doğal park gibi korunaklı alanlarda, eylemin uzağında tadı çıkarılacak bir şey gibi bakılıyor ve özen gösteriliyor bireye. Amerika'ya ithal edilen ve bu ithal işlemi içinde bireyselliklerinden de arındırılan bireyler "renkli kişilikler" olarak anılıyor. Bu kişilerin hiç ketlenmemiş fevrilikleri, apansız kaprisleri, özgün bir iğrençlikten başka bir şey olmasa bile "özgünlükleri", hatta bozuk ağızları, tıpkı bir soytarı kostümü gibi insani nitelikleri paraya tahvil ediyor. Evrensel rekabet mekanizmasına boyun eğdikleri ve dondurulmuş başkalıklarının dışında pazara sunacak şeyleri olmadığı için de benliklerinin imtiyazına öyle tutkuyla dalıyor ve kendilerini öyle abartıyorlar ki, sonunda insanların onlarda var sandığı şey tümüyle silinip yokoluyor. Safdilliklerini -kısa sürede öğrendikleri gibi, iktidardakilerin çok değer verdiği bir özellik- kurnazca ortaya sürüyorlar. Ticaretin soğuk dünyasında yürekleri ısıtan sıcakkanlı varlıklar olarak satıyorlar kendilerini, koruyucularının mazohist bir zevk aldığı saldırgan şakalarla dalkavukluk yapıyor ve haysiyetsiz taşkınlıklarıyla evsahibi ulusun değerini ve değerbilirliğini kanıtlamış oluyorlar. Roma İmparatorluğunda graeculi de böyle davranıyordu herhalde. Bireyselliklerini satışa çıkaranlar, toplumun onlar hakkında verdiği mahkümiyet kararını kendi gönüllü yargıçları olarak benimserler. Böylece kendilerine yapılan haksızlığı da nesnel olarak haklı çıkarmış olurlar. Yaptıkları, özel gerileyiciler olarak genel gerilemenin önüne düşmektir ve gürültülü muhalefetleri bile zayıflıktan ötürü başvurulan uyarlanmanın daha ince bir biçimidir sadece.

89
Şantaj. — Nasihat almaya yanaşmayana yardım da edilemez, diyordu burjuva, bedava öğütle kendini yardım yükümlülüğünden kurtarmayı ve aynı zamanda ona başvuran çaresiz kişi üzerinde iktidar kurmayı da umarak. Ama bunda akla bir çağrı vardı hiç değilse; ricacının da ona kulaklarını kapatanın da aynı şekilde anladığı ve uzaktan uzağa adaleti de andıran bir akıl: Uzgörülü bir öğüde uymakla belki bir gün birçıkış yolu da bulabilirdi insan. Geçmişte kalmıştır bu. Yardım edemeyenlerin öğüt de vermemesi gerekir: Bütün fare deliklerinin tıkaçlarla kapatılmış olduğu bir düzende sadece nasihat vermek kişiyi mahküm etmekle birdir. Her zaman tek anlamı vardır bunun: Ricacıya, benliğinin son kahntılarının şiddetle reddettiği şeyi yapmasını önermek. Oysa doğruyu binlerce kez öğrenmiştir, alabileceği bütün öğütleri çoktan biliyordur, gelmesinin tek nedeni de artık hikmetin değil eylemin gerekli olmasıdır. Ama bu başvuru iyi gelmez ona. Bir kez nasihat isteyip de yardım bulamamış olan, demek daha zayıf taraf, başlangıçtan beri bir şantajcı -tröstlerin gelişmesi sonucunda karşı konulmaz bir hızla çoğalan bir tipolarak görünecektir. Bu yönelişin en iyi örneği belli bir yardımsever tipidir: Muhtaç ve güçsüz dostların çıkarlarını koruyor ama bu gayretkeşliği içinde ağır ve tehditkar bir havaya da bürünüyordur. En büyük erdemi olan diğerkamlığında bile bir bulanıklık, bir ikizanlamlılık vardır. Yokolmanın eşiğine gelmiş insanlar adına haklı bir müdahalede bulunmakla birlikte, o çok ısrarlı "Yardım etmelisiniz" çağrısının ardında, hiç kimsenin kızdırmayı göze alamayacağı grupların ve kolektiflerin üstün gücüne zımni bir gönderme de sezilir. Duygudaşlığın ve dayanışmanın sözcüleri, katı yüreklileri kendi aralarından dışlamamakla katı yürekliliğin habercileri haline gelirler.

90
Sagır ve dilsizler okulu. — Okullar trafik kazalarının kurbanlarına yapılan ilk yardımı andıran bir konuşma eğitimi verirken öğrenciler de gittikçe dilsizleşiyor. Bir söylev verme, dinleyici topluluğu önünde konuşma yapma yeteneğine sahipler; ağızlarından çıkan her cümle, ortalamanın sözcüsü olarak karşısına geçtikleri mikrofon için yeterli kılıyor onları; ama birbirleriyle konuşma kapasiteleri gittikçe köreliyor. İnsanların birbiriyle konuşmasının önkoşullan vardır: İletilmeye değer bir deneyim, ifade özgürlüğü ve kişilerin aynı anda hem bağımsız hem de ilişkili olması. Her şeyi kapsayan bir sistemde konuşma da karından konuşmaya dönüçür. Herkes kendi kendisinin Charlie McCarthy'sidir1 ve zaten bu vantrilokun popülerliği de buradan geliyordur. Bütün sözler geçmişte sadece selamlaşma ve vedalaşmalarla sınırlı tutulan formülleri andırmaya başladı. Günün gözde davranışlarına uyacak biçimde yetiştirilmiş bir kızın her an "durumun" gereklerine uygun sözler etmesi bekleniyor; ona yol gösteren kurallar da her an elinin altında. Ama dilin böyle uyarlanmayla belirlenmesi onun sonu da demektir: Konuyla ifade arasındaki ilişki kopuyordur ve tıpkı pozitivistlerin kavramları sadece birer fiş, birer marka sayması gibi, pozitivist insanlığın kavramları da sözcüğün düz anlamıyla madeni paralara dönüşmüştür. Konuşmacıların sesleri de, titreşimiyle her türlü konuşmayı besleyen vicdanın sesinin psikologlarca saptanan yazgısıyla karşılaşıyor şimdi: Toplumsal olarak hazırlanmış bir mekanizma, en ince tonlamalarında bile bu seslerin yerini alıyor. Bu işleyiş durduğu ve yazısız yasa kitaplarında öngörülmemiş bir duraklama belirdiği anda panik de başgösteriyor. İnsanların vicdanla yüklü konuşmalardan kaçarak karmaşık oyunlara ve başka boş zaman faaliyetlerine yönelmeleri de böyle. Ama hala kalabilmiş konuşmanın üstüne de korkunun gölgesi düşmüştür. Konuların görüşülmesinde kendiliğindenlik ve nesnellik en samimi çevrelerde bile kaybolmaktadır - tıpkı politikada tartışmanın yerini çoktan güç gösterisinin almış olması gibi. Konuşma, iyiye alamet olmayan birtakım el hareketleriyle destekleniyor. Sporlaştırılıyor. Konuşmacılar, olabildiğince fazla puan toplamak istiyorlar: Tek bir sohbet yok ki bahse tutuşma fırsatıyla zehirlenmiş olmasın. Eskinin insana yaraşır söyleşilerinde tartışılan konuya bağlanan duygular, söylenen şeyden bağımsız olarak inatçı bir haklı çıkma çabasına yatırılıyor şimdi. Ama sadece bir iktidar aracına dönüşen ve büyü bozumuna uğrayan sözler de kullanıcıları üzerinde büyülü bir egemenlik kuruyorlar. Sık görülen bir durum: Bir görüş bir kez dile getirildikten sonra, ne kadar saçma, rastlansal veya yanlış olursa olsun, sırf söylenmiş olduğu için, onu söyleyenin mülkü olarak kendi sahibini boyunduruk altına almakta ve artık ondan kurtulma olasılığı da ortadan kalkmaktadır. Sözcükler, sayılar, tarihler bir kez ağızdan çıktıktan sonra bağımsız bir güç kazanmakta ve yanlarına yaklaşanı pişman etmektedirler. Bir paranoyak enfeksiyon bölgesi yaratmışlardır ve büyülerini bozmak için de aklın tüm gücünü seferber etmek gerekmektedir. Bütün büyük ve küçük siyasal sloganlara aşılanmış olan efsun, özel dünyanın görünüşte en yansız nesnelerinde tekrarlanmaktadır: toplumun rigor mortis'ı [ölüm sertliği, ölüm kasılması] kendini güvende sanan samimiyet hücresine de yayılmaktadır sonunda. İnsanın başına çöreklenen bela sadece dışardan geliyor olamaz: Dilsizlik nesnel tindir.

91
Vandallar. — Büyük kentlerin doğumundan beri gözlenen telaş, sinirlilik ve huzursuzluk bir salgın hastalık gibi yayılıyor şimdi, tıpkı bir zamanlar veba ve koleranın yayıldığı gibi. On dokuzuncu yüzyılın bir yere yetişmek için seke seke giden kent sakininin hayal bile edemeyeceği enerjiler ortaya salınıyor bu süreç içinde. Herkesin her zaman birtakım projeleri olmak zorunda. Boş zamandan azami yarar sağlanması gerekiyor. Planlanıyor bu zaman dilimi, çeşitli girişimlerde bulunmak için kullanılıyor, gezilerle, akla gelebilecek her türlü mekan veya gösteriye yapılan ziyaretlerle veya sadece mümkün olan en hızlı yolculuk türleriyle tıkış tıkış dolduruluyor. Düşünsel çalışmanın üstüne de düşüyor bütün bunların gölgesi. Rahatsız bir vicdanla yapılmakta bu çalışma, sanki daha önemli bir işten, sırf hayali olsa bile daha acil bir işten zaman çalınıyormuş gibi. Düşünsel çalışma, kendini kendi gözlerinde meşru kılabilmek için, büyük bir basınç altında ve zamana karşı yürütülen hummalı bir etkinlik havasına bürünmek, her türlü derin düşünüşü ve dolayısıyla kendini dışlayan bir çaba olmak zorunda. Aydınlar ancak yükümlülüklerden, gezilerden, randevulardan ve kaçınılmaz eğlencelerden artakalan vakti asıl üretimlerine ayırır gibi çoğu zaman. Kendilerini her zaman ortalıkta görünmek zorunda kalacak kadar önemli kişiler olarak gösterenlerin kazandığı itibarda iğrenç ama bir ölçüde rasyonel bir yön de var. Kasıtlı biçimde duygusal ve abartılı bir tatminsizlikle tek bir acte de presence [kendini gösterme oyunu] olarak stilize ediyorlar yaşamlarını. Daha önce verilmiş bir sözleri olduğunu belirterek bir daveti reddetmekten aldıkları haz, rakip karşısında bir zaferin de işareti. Çoğu yerde olduğu gibi burada da üretim sürecinin biçimleri, özel yaşamda veya bu biçimlerden muaf tutulmuş çalışma alanlarında tekrarlanmaktadır. Yaşamın tümü bir mesleğe benzemek zorundadır; bu benzerlik, henüz dolaysızca maddi kazanca yönelik olmayan şeyi de gizleyecektir. Ama burada açığa çıkan korku sadece daha derin bir korkunun yansımasıdır. Düşünce süreçlerinin ötesinde yer alan ve bireysel varoluşu tarihsel ritmlere uyarlayan bilinçdışı algı ve deneyimler, dünyanın gittikçe yaklaşan kolektifleşmesini seziyorlardır. Ama bütüncü toplum bireyleri pozitif biçimde kendi içine almaktansa onları ezerek şekilsiz ve istenen kalıba sokulabilecek bir kitleye çevirdiği için her birey de durdurulmaz gibi görünen o özümlenme ve erime sürecini dehşetle izlemektedir. Bir şeyler yapmak ve bir yerlere gitmek, sinir sisteminin yaklaşan ürkütücü kolektifleşmeye karşı bir tür aşı geliştirme çabasıdır, görünüşte özgürlüğe ayrılmış saatlerde kendini kitlenin bir üyesi olarak eğiterek kolektifleşmeye şimdiden hazırlanma çabası. Tehlikeyle yarışarak onu geçmektir burada başvurulan teknik. Kişi, gelecekte yaşamayı beklediğinden de daha kötü, demek daha benliksizleşmiş bir yaşama dalar. Aynı zamanda, benlik yitiminin bu oyunlu aşırılığı, benliksizliği içtenlikle benimsemiş bir yaşayışın daha zor değil daha kolay olabileceğini de öğretir kişiye. Ve bütün bunlar büyük bir aceleyle yapılır, çünkü çan sesleriyle duyurulmayacaktır depremin başladığı. Sürece katılmayan, insani akıntıya boylu boyunca dalmayan kişiyi kolektifın öcü bekler; tıpkı totaliter bir partiye katılmakta geciken ve treni kaçırdığı için de hep misilleme korkusuyla yaşamak zorunda olan kişi gibi. Sahte-etkinlik bir sigortadır, kişinin kendini teslim etmeye hazır olduğunun ifadesi: Sağ kalmanın başka yolu yok gibidir. Güvenliğini en büyük güvensizliğe uyarlanmakta bulur kişi: insanı mümkün olan en büyük hızla bir başka yere götürecek bir kaçış izni. Fanatik araba tutkusunda fiziksel yurtsuzluk duygusunun önemli payı vardır. Burjuvanın -yanlış bir adlandırmayla- kişinin kendi içsel boşluğundan kaçışı olarak nitelediği şey de buna dayanır. Zamanın gerisinde kalmak istemeyen kişinin farklı olmasına izin yoktur. Ruhsal boşluksa sadece yanlış bir toplumsal özümlenme biçiminin ürünüdür. İnsanların uzağına kaçtıkları can sıkıntısı, çok önce başlamış bir uzağa kaçma sürecini yansıtıyordur sadece. Ucubeyi andıran eğlence aygıtı, hiç kimseyi eğlendirmediği halde sırf bu yüzden hayatta kalmakta ve gittikçe azmanlaşmaktadır. Eylemin içinde olma dürtüsünü zararsız kanallara yöneltir bu aygıt; aksi halde, ayrımsız ve başıbozuk biçimde, cinsel aşırılık veya serkeş saldırganlık olarak, kolektifın - kendisi de hareket halindekilerin toplamı olan kolektifin üstüne atılacaktır. Hareket tutkunlarının en yakın benzerleri uyuşturucu bağımlılarıdır. Onları yönelten güdü, tam da kentle kır arasındaki ayrımın o uğursuz silinişinden ve evin tasfiyesinden başlayıp milyonlarca işsizin yollara düşmesinden geçerek yerle bir edilmiş Avrupa kıtasında halkların köklerinden koparılmasına varan bir sürece, insanlığın yerinden edilme sürecine verilen bir karşılıktır. Gençlik Hareketinden1 beri bütün kolektif ritüellerin boşluğu ve içeriksizliği, bu noktadan dönüp bakıldığında, sersemletici tarihsel darbelerin el yordamıyla öngörülmesi olarak belirir. Kendi soyut nicelik ve hareketliliklerine bir anda yenik düşen, bağımlısı oldukları uyuşturucuya koşar gibi o hıncahınç çıkış kapısına üşüşen sayısız insan da, boşalmış toprakları üzerinde burjuva tarihinin kendi sonuyla karşılaşmaya hazırlandığı ulusların göçüne tabur tabur kaydedilen acemi askerlerdir.

92
Resimsiz resim kitabı — Aydınlanmanın nesnel eğilimi, imgelerin insanlar üzerindeki egemenliğine son vermekti; ama bu nesnel eğilim öznel karşılığını bulamadı: Aydınlanmış düşünce imgelerden kurtulma yönünde ilerlemiyordu. İmgelere saldırı, metafizik İdea'dan sonra, bir zamanlar rasyonel sayılan ve düşüncenin gerçek bir çabayla ulaştığı kavramları da karşı durulmaz bir zorunlulukla tasfıye etmekle birlikte, Aydınlanma tarafından ortaya salınan ve düşünmeye karşı bağışıklık kazanan düşüncenin kendisi şimdi ikincil bir figüratiflik ediniyor - ama imgelerden veya kendiliğindenlikten yoksun bir figüratiflik. İnsanların birbirleriyle ve eşyayla ilişkilerinin artık iyiden iyiye soyutlaştığı bir ortamda, soyutlama yeteneği silinip gidiyor. Şema ve sınıflandırmaların kapsadıkları verilere yabancılaşması ve işlenen malzemenin bireysel deneyime sığdırılamayan akılalmaz hacmi, bilginin aşılmış sanılan duyusal göstergelere sürekli geri-çevirisini zorunlu kılıyor. İstatistikleri baştan sona kaplayan o hiyeroglif benzeri küçük insan veya ev şekilleri, sadece sunumu kolaylaştıran rastlansal yardımcı öğeler olarak görünebilir her tekil durumda. Ama sayısız reklamı, gazete şablonunu ve oyuncak fıgürünü o kadar andırıyor olmaları rastlantı değildir. Temsil, bunlarda, temsil edilene üstün geliyordur. Gözü dolduran, basitleştirici ve dolayısıyla sahte kavranabilirlikleri, düşünsel süreçlerin kendi anlaşılmazlıklarını desteklemektedir; şekillerin sahteliği de -düşüncesiz ve kör kapsayıcılıkları- bu anlaşılmazlıktan ayrı tutulamaz. Her yerde her zaman varolan imgeler aslında imge değildir; çünkü genel, ortalama ve standart modeli benzersiz ya da özel bir şey gibi sunmakta ve böylece onu alaya almaktadır. Tikelin tasfıyesinin kendisi de sinsi bir hileyle tikel bir şeye dönüştürülüyordur. Tikellik isteği henüz gereksinim aşamasındayken tortulanmaya uğramıştır ve şimdi kitle kültürü tarafından çizgi-bant modeline uygun olarak her yerde yeniden-üretilmektedir. İlüstrasyonlar almaktadır eskiden adına tin denilen şeyin yerini. Sorun, insanların kendilerine kısaltılmış biçimde gösterilmeyen ve zihinlerine kazınmayan şeyleri hayal edememelerinden ibaret değildir. Eskiden zihnin özgürlüğünün olgulara çarpma ve onları infilak ettirme yolu olan nükte bile ilüstrasyonların bir parçasıdır şimdi. Dergileri dolduran resimli nüktelerin çoğu amaçsız ve anlamsızdır. Gözü değinilen durumla yarışmaya davet etmekten başka işlevleri yoktur. Bu türün sayısız örneğiyle karşılaşmış olan kişinin, "olup biteni", durumun kendi içindeki anlamlılık anlarının açılımından daha büyük bir hızla kavraması beklenmektedir. Böyle resimlerle sahneye konulan ve sonra da dersini iyi öğrenmiş izleyici tarafından durumun bir anda tartılması ve eşyanın içsiz egemenliğine dirençsizce boyun eğilmesiyle yeniden sahnelenen şey, her türlü anlamın gereksiz yük olarak bir yana atılmasıdır. Zamanımızın nüktesi, amaçlılığın intiharıdır. Bunu en gevrek anlatabilen kişi, kendi gaddarlık hesapları da hayli kabarık olan bir kahkahacılar kolektifine kabul edilmekle ödüllendirilir. Böyle nükteleri düşünerek anlamaya çabalayan kişiyse, olayların dörtnala temposunun gerisine düşer çaresizce: En basit karikatürde bile tıpkı çizgi filmlerin sonu gibi çılgın bir hızla olup bitiyordur her şey. Gerileyici ilerleme karşısında akıllılık da aptallığa dönüşür. Düşünceye kalan tek kavrayış, kavranmaz olan karşısında duyulan dehşettir. Bir diş macunu güzelinin gülümseyen afışiyle karşılaşan düşünceli kişi, kızın parlayan dişlerinde nasıl işkencenin sırıtışını görüyorsa, her nüktede, hatta her resimli sunumda da öznenin ölüm fermanını okuyacaktır - öznel aklın evrensel zaferiyle kesinleşen bir ferman.

93
Amaçlılık ve çoğaltım. — Kültür endüstrisinin üslubunu oluşturan sahte gerçekçiliğin sinema patronları ve uşakları tarafmdan düzmece tekniklerle imal edilmesine gerek yoktur: Bu sahtelik, bugünkü üretim koşulları çerçevesinde, Doğalcılığın kendi üslup ilkelerinin dayattığı bir olgudur. Eğer sinema, diyelim Zola'nın reçetesine uyarak kendini günlük yaşamın gözü kapalı temsiline adayacak olsaydı - hareketli fotoğraf ve ses kaydı bunu mümkün kılmaktadır- sonuç da izleyicinin bütün görsel alışkanlıklarına yabancı, dağınık ve dış biçimiyle eklemsiz bir kurgu olurdu. Film tekniğine çok uygun düşen radikal doğalcılık, anlamın bütün yüzey tutarlılığını parçalar ve alışılmış gerçekçiliğin karşıtı olan bir şey çıkarırdı ortaya. Film de böylece imgelerin çağrışımsal bir akışına dönüşür ve biçimini bu imgelerin katışıksız, içkin kurgulanışından alırdı. Ama ticari nedenlerle, hatta herhangi bir çıkarsız amaçlılıkla, sözleri ve jestleri anlam veren bir fıkre bağlanacak biçimde seçmeye çalıştığında, bu belki de kaçınılmaz çaba, doğalcılığın varsayımıyla aynı ölçüde kaçınılmaz bir çelişki içinde bulacaktır kendini. Doğalcı edebiyatta gerçekliğin daha seyrek, daha az yoğun yeniden-üretimi ereklere ve amaçlılıklara yer bırakıyordu: Sinemanın teknik aygıtının elde ettiği kesintisiz kopyalamada bütün erekler yalana dönüşüyor - hakikatinki bile. İzleyiciye konuşan kişinin karakterini sezdirmek, hatta bütünün anlamını vermek amacıyla söyletilen söz, yeniden-üretiminin gerçeğe dümdüz bağlılığıyla karşılaştırıldığında "gayri tabii" kaçacaktır. Bu tutum, ilk kasıtlı sahtekarlıktan, ilk gerçek çarpıtmadan önce dünyanın da aynı şekilde anlamlı olduğunu varsayarak meşrulaştırır onu. Kimse böyle konuşamaz, kimse böyle yürüyemez - oysa film başından sonuna kadar herkesin böyle konuşup böyle yürüdüğünü öne sürüyordur. Kurtulamayacağı bir tuzağa yakalanmıştır kişi: Somut anlam ne olursa olsun, konformizmi doğuran genel olarak anlamın kendisidir; öte yandan, olgusal gerçeklerin saygıyla yinelenmesi demek olan konformizmi sarsacak tek şey de anlamdır, bir şeyi kast etmektir. Sahici amaçlar ancak amaçlılığı bir yana bırakmakla gerçekleşebilirdi: Bununla gerçekçilik arasında bir uyuşmazlık olması, sentezin bir yalana dönüşmesi, belirginlik kavramının yarattığı bir durumdur. Bulanık, ikizanlamlı bir kavramdır bu. Aralarında bir ayrım yapmadan, hem konunun kendi örgütlenişini hem de izleyiciye iletiliçini betirtir. Ama bir rastlantı değildir bu ikizanlamlılık. Belirginlik, nesnel akılla iletişim arasındaki denge noktasını belirtir. Hem yanlıştır hem doğru: Doğrudur, çünkü nesnel figür, gerçekleşmiş ifade, bu noktada kendi dışına dönüyor ve konuşuyordur; yanlıştır, çünkü ifade hep başkalarıyla konuşan kişileri varsayar. Bütün sanatsal hatta teorik yapıtlar, böyle bir
ikizanlamlılık tehlikesiyle yüzleşme gücüne sahip olduklarını göstermek zorundadırlar. Belirgin biçim, ne kadar içrek olursa olsun, tüketime ödün verir; belirginliği dışlamaksa, yapıtın kendi içkin ölçütleri gereği, heveskarlık olur sadece, züppelik olur. Kalite, yapıtın bu almaşıklara egemen olmak amacıyla onları kendi içine kabul ettiği noktanın derinliğine bağlıdır.

94
Velvele — Sanatın yaklaşan sonu, tarihsel olayları temsil etmenin gittikçe zorlaşmasında da kendini gösteriyor. Faşizm konusunda yeterli bir tiyatro yapıtının bulunmaması yetenek eksikliğine bağlanamaz; yeteneği solduran da yazarın en ivedi görevinin çözümsüzleşmesidir. Iki ilkeden birini seçmek zorundadır yazar ve ikisi de konuya aynı ölçüde yabancıdır: Psikoloji ve çocuksuluk. Bugün estetik açıdan miadını doldurmuş olan ilki, Modern tiyatro asıl konularını siyasette bulmaya başladığından beri, önemli yazarlar tarafından sadece bir hile olarak ve rahatsız bir vicdanla kullanılmıştır. Fiesco'nun önsözünde şöyle der Schiller: "Duyguyu sadece duygunun uyandırdığı doğruysa eğer, siyasal kahramanın da tiyatro için çok uygun bir konu olmadığını kabul etmemiz gerekir, çünkü siyasal kahraman haline gelebilmek için insanı ihmal etmek zorunda kalmıştır. Olay örgüme ancak coşkunun ürünü olan o canlılık halesini kazandırmak değildi amacım; devletin soğuk ve kısır dramını insan yüreğinden çıkarmak ve böylece onu yine insan yüreğiyle ilişkilendirmek - insana ondaki devlet adamı zekasına seslenerek ulaşmak - ve insani durumları zekice bir entrika içinden elde etmek - amacım buydu. Aynı zamanda, dünya ile ilişkim, meclis salonundan çok insan yüreğine aşina olmama yol açmıştı; bu siyasal zayıflık bir şiirsel güç haline gelmiştir belki de”. Pek değil. Yabancılaşmış tarihin insan yüreğiyle ilişkisi Schiller'de başından beri tarihin gayri insaniliğini insanlarca kavranabilir bir çey olarak meşrulaştırmanın gerekçesiydi; ve Schiller'in teknik "insan" ile "devlet adamı zekasını" özdeşleştirdiği anda foyası da çıkıyordu - tıpkı Leonore'nin kendi komplosuna ihanet eden adam tarafından anlamsızca öldürüldüğü o bürlesk sahnede olduğu gibi. Estetik yeniden özelleştirme eğilimi, hümanizmi koruma çabasında sanatın dayanacağı zemini yokeder. Schiller'in fazla iyi kurgulanmış oyunlarındaki komploların işlevi, kişilerin tutkularıyla toplumsal ve siyasal gerçeklik arasında bağ kurmaktı; ama yapıta bir şey kazandırmayan, iktidarsız bağlardı bunlar: Toplumsal ve politik gerçeklik daha o dönemde bile insanın boyunu aşmaya başlamış, insani güdülere başvurularak anlaşılabilecek bir şey olmaktan çıkmıştı. Bu eğilim, son zamanlarda, şöhretleri alçakgönüllü okurcuklara yaklaştırarak "insanileştirmeyi" hedefleyen ucuz bir biyografi edebiyatı biçimine bürünmüştür. OIay örgüsünün hesaplı bir biçimde yeniden öne çıkarılmasının, ahenkli bir biçimde icra edilen tutarlı bir anlam olarak eylemin yeniden revaç bulmasının altında yatan da aynı sahte insanileştirme çabasıdır. Fotoğraf gerçekçiliğinin varsayımlarına göre, sinemada bunun mümkün olmaması gerekir. Anlamlı olay örgüsünü yeniden ortaya sürmekle, asalakça yağmaladığı büyük romanların deneyimini hiçe saymaktadır sinema: Bu romanlara anlamlarını veren, tam da tutarlı anlamı çözüp parçalamalanydı.

Ama bütün bunları bir yana itmek ve psikolojik olanın aldatıcı dolayımlarını dışlayarak siyasal sahneyi soyut ve insan-üstü bir durum gibi sunmak da daha iyi bir seçenek sayılmaz. Çünkü estetik imgeyi geçersizleştiren de olup bitenlerin özsel soyutluğudur zaten. Yazar, sırf bu soyutluğu anlatılabilir kılmak için onu bir tür çocuk diline, ilkörneklere çevirmek zorunda kalır ve böylece onu ikinci bir kez "evcilleştirmiş" olur; şu farkla ki, yöneldiği hedef duygular değildir artık: Anlama sürecinde, dilin kuruluşundan bile önce gelen ve epik tiyatronun bile savsaklayamayacağı birtakım kontrol noktalarına sesleniyordur. Bu otoritelere başvurulması, kolektif toplumda öznenin tasfıye edildiğinin en resmi göstergesidir. Ama bu çevirinin nesnede yarattığı sahteleşme de. sözgelimi bir din savaşını bir kraliçenin erotik gereksinimlerinden türetmenin sahteliğinden daha az değildir. Çünkü bugünün basitleştirici tiyatrosunun betimlememeye yemin ettiği insanlar da bu tiyatronun kendisi kadar ilkel ve çocuksudur. Oysa bunun yerine betimlemeyi üstlendiği siyasal iktisat, ilke olarak aynı kalsa da. birtakım şematik mesellere sığmayacak kadar ayrımlaşmış ve ilerlemiştir. Büyük ölçekli sanayinin içindeki süreçleri sahtekar ve yasadışı sebze tüccarları arasındaki ilişkiler olarak sunmak belki anlık bir şok etkisi yaratmak için yeterli olabilir, ama diyalektik tiyatro için yeterli değildir. Geç kapitalizmin tarımsal ya da sinai düzlemlere ait imgelerle resimlendirilmesi, Modern toplumun tüm canavarlığının, onu örten karmaşık olgular maskesinden sıyrılarak berrak bir biçimde ortaya konulmasını sağlamaz. Tam tersine, aslında kendi özlerinden türetilmesi ve görünür kılınması gereken olgular karşısındaki bu umursamazlık, özün de çarpıtılmasına yol açar. Bu yaklaşım, iktidarın en yüksek düzeyde ele geçirilmesini, toplumun kendini bulması olarak değil de toplumun dışındaki birtakım şebekelerin çevirdiği dolaplar olarak sunmakla kendini de zararsızlaştırıp etkisizleştirmektedir.2 Faşizmin portresini yapmanın imkansızlığı, Faşizmin kendisinde de onu seyretmek isteyen bakışta da öznel özgürlüğün ortadan kalkmış olmasından kaynaklanıyordur. Tümel esaret görülüp tanınabilir, ama temsil edilemez. Bugün özgürlük motifini işleyen sıyasal anlatılarda insanı tedirgin eden, hatta utanç veren bir yön var; kahramanca direnişe düzülen övgülerde olduğu gibi, iktidarsız bir güven tazeleme çabası. Bu anlatılarda sonuç her zaman yüksek politika tarafından belirlenir ve özgürlük de sadece ideolojik bir görünüm kazanır: insani ölçülerdeki eylemlerin içinden belirmiyor, sadece özgürlük hakkındaki söylevlere, klişeleşmiş kükreyişlere konu oluyordur. Sanatı hiç kurtaramayacak şey, ölü öznenin içini doldurarak bir müze parçasına dönüştürmektir; bugün sanata layık tek şey olan tümüyle gayri insani nesneyse hem aşırılığıyla hem de insansızlığıyla sanatın ötesinde kalmaktadır.

95
Titreşim ayarı. — Zevk, tarihsel deneyimin en dakik sismografidır. Başka yetilerden farklı olarak, kendi davranışlarını bile kaydedebilir. Kendine tepki göstererek kendi zevksizliğinin farkına varır. Izleyicileri şiddetle sarsan veya nefret uyandıran sanatçıların -ki dizginsiz zulmün sözcüleridirler- mizaç ve kaprislerini zevk yönetir, sinirli neo-romantiklerin alanı olan o ince duyarlık, kendi temsilcilerine bile, Rilke'nin şu dizesi kadar kaba ve duygusuz gelecektir: "Kaynağı içte büyük bir haledir çünkü yoksulluk..." O hassas ürperti, farklı olma duygusu, zulüm tapıncında her zaman kullanılmaya hazır bir maskeden başka bir şey değildir bugün. Estetik yönden en gelişmiş sinirlere şimdi en katlanılmaz gelen şey, kendini her zaman haklı gören şişkin estetizmdir. Birey, kendi geç burjuva yapılanışının ince telkarisinin yardımıyla yine o geç burjuva yapılanmanın ince telkarisine karşı isyan edebilecek kadar tarihsel bir varlıktır. Her türiü estetik öznelcilikten, dışavurum ve yüceltmeden tiksinen ten, tarihsel incelik [takt] yoksunluğu karşısında irkiliyordur en çok - tıpkı eskiden öznelliğin burjuva adetlerine tiksintiyle sırtını çevirmiş olması gibi. Sanattaki yeni nesnelci eğilimin en büyük amacı olan mimesis'in [yapıtı doğaya ve gerçeğe benzetme çabası] yadsınması bile mimetik bir edimdir. Öznel dışavurum, dışardan -siyasal ya da toplumsal düşünüm alanından değil, dolaysız dürtü ve tepkilerin içinden yargılanabilir ancak.

Bu dürtülerin her biri, kültür endüstrisi karşısında utanca boğulduğu için, bakışlarını kendi ayna imgesinden kaçırıyordur. Listenin başında erotik duygusallığın reddedilmesi gelir; Kafka'nın yapıtlarında cinselliğe getirilen kolektif yasaklama kadar lirik vurgunun geçirdiği kayma da bunun göstergesidir. Fahişe, aslında gittikçe sönümlenmesine karşın, Dışavurumculuktan bu yana sanatın anahtar figürlerinden biri haline gelmiştir, çünkü cinselliğin herhangi bir sıkıntıdan uzak biçimde işlenmesi ancak utançtan arınmış figürlerin betimlenmesiyle mümkündür bugün. Tepkilerimizin en derin katmanlarında gerçekleşen bu tür kaymalar, sanatın bireyci biçiminin zayıflamasına ve çürümesine yol açmış, ama onun yerini kolektif bir biçimin almasını da sağlayamamıştır. Sonuna kadar dışavurum alanına bağlı kalmak ve kolektifleşmenin hunhar zorlamasına karşı çıkmak, bireysel sanatçının inanç ve bağımsızlığını aşan bir çaba olur. Sanatçı, eğer çağdışı kalmış bir hümanizm yoluyla hakikatsiz ve çaresiz biçimde gayri insani olanın da gerisine düşmek istemiyorsa, tam tersine yalnızlığının en gizli hücrelerinde bile bu zorlanmayı hissetmeli, hatta kendi isteğine karşın hissetmelidir. En uzlaşmaz edebi Dışavurumculukta, ömeğin Stramm'ın şiirinde veya Kokoschka'nın oyunlarında bile, gerçek radikalizmlerinin öbür yüzü olarak safdil bir liberal güven öğesi bulunur.1 Ne var ki onların ötesine geçme çabası da bir o kadar tartışmalıdır. Zararsız mutlak öznelliği bilinçli olarak tasfiye etmeye kalkışan sanat yapıtları, böylece, kendilerinde olmayan ama keyfi biçimde söz ettikleri olumlu bir topluluk talebini ortaya atmış olurlar. Bu da onları kıyametin sözcüleri ve mutlak bir safdilliğin -hala sanat olarak varolabilme safdilliğinin- kurbanları durumuna düşürür sadece. Sorumlu yapıtın çıkmazları sorumsuzluğun işine yarar. Sinirleri tümüyle ortadan kaldırmak bir kez mümkün olduğunda, şarkının yeniden doğan baharına karşı da hiçbir böcek öldürücü kar etmeyecek ve barbar Füturizmden sinema ideolojisine kadar uzanan ulusal cepheye karşı direnebilen hiçbir şey kalmayacaktır ortada.

96
Janus'un sarayı. — Kültür endüstrisini geniş bir dünya-tarihsel perspektif içine yerleştirme arzusuna kapılan kişi, insanlarla kültürleri arasındaki kadim çatlağın sistemli biçimde sömürülmesi olarak tanımlamak zorundadır onu. Özgürlüğün gizilgücüyle baskı ve zulmün gerçekliğini her zaman aynı anda geliştiren ilerlemenin iki yönlü doğası, halkların bir yandan doğa ve toplumsal örgütlenme üzerinde gittikçe daha büyük denetim kurmaya yöneltildikleri, ama aynı zamanda, kültürün koyduğu sınırlama ve zorlamalar yüzünden, tam da kültürün bu türden bütünleşmelerin ötesine nasıl geçtiğini anlayamayacak hale geldikleri bir duruma yol açmıştır. İnsanlar için yabancı bir şeye dönüşen de kültürün aslında onlara en yakın olan ve onları dünyaya karşı savunan insani öğesidir. Kendilerine karşı dünyayla işbirliği yapmakta ve yabancılaşmaların en büyüğü de -her şeyin metalaşması ve kendilerinin de makinenin eklentilerine dönüşmesi- onlara bir yakınlık serabı gibi görünmektedir. Büyük sanat yapıtlarının ve felsefı kurguların anlaşılmaz kalmasının nedeni, insan deneyiminin merkezinden çok uzak olmaları değildir - tam tersi geçerlidir bunun. Bu kavrayışsızlık da fazla büyük bir kavrayışla açıklanabilir: Kişi evrensel haksızlıkla kendi suçortaklığını anlamaya yanaştığında kavurucu bir utanç duyacaktır. İnsanlar da, buna katlanmaktansa, görünüşünün düzgünlüğüyle kendi özlerini sakatlayan ve bunu da alay eder gibi yapan şeye bağlanmaktadır. İşte, kentsel uygarlığın bütün evrelerinde varolan düzenin çanak yalayıcılarının asalakça yerleştiği nokta da bu türden kaçnılmaz yanılsamalardır: Ellerinin altında mekanik çoğaltım teknikleri ve Pompeii yıkıntılarında ilkörnekini kolayca görebileceğimiz o sanayi aygıtı olmadığı halde geç dönem Atina komedisi ile Helenistik süsleme sanatlarında çoktan kendini göstermiştir kitsch. Yüzyıl öncesinin popüler romanlarını, ömeğin Cooper'ınkileri okuyan kişi, Hollywood'un bütün kalıplarının yeterince gelişmemiş ilkömekleriyle karşılaşacaktır. Kültür endüstrisinin bayatlığını tekelleşmeye bağlamak yanlıştır belki de; bu bayatlık, en başından beri, eğlence denen şeyin ayrılmaz bir özelliği olmalıdır. Bazı değişmezlerden oluşmuş bir yapıdır kitsch; ve bu klişeler felsefi yalanın kendi ağırbaşlı tasarımlarınca da benimsenmiştir. İlke olarak hiçbir şey değişmemelidir bu kalıplarda, çünkü zaten bütün habisliğin amacı da hiçbir şeyin değişemeyeceğini insanların zihnine çakmaktır. Uygarlık kendi seyrini rastgele ve anonim olarak izlediği sürece, nesnel tin bu barbarca öğenin kendi zorunlu parçalarından biri olduğunun farkında değildi. Aslında tahakkümü dolayımladığı halde dolaysızca özgürlüğe yardım ettiğini sanıyordu; ama sırf bu yanılsama bile tahakküme dolaysız bir yardım sunmaktan alıkoyuyordu onu. Kendisini bir gölge gibi izleyen kitsch'i şiddetle yasaklamıştı. Şüphesiz, bu şiddetin kendisi de yüksek kültürün rahatsız vicdanının belirtisiydi: Tahakküm koşullarmda kendisinin de artık kültür olamayacağını bulanık biçimde sezmekteydi ve kitsch de ona kendi alçalışını hatırlatıyordu. Bugün, egemenlerin bilincinin toplumun genel eğilimiyle örtüşmeye başladığı koşullarda, kültürle kitsch arasındaki gerilim de kaybolmaya başlamıştır. Kültür, tiksindiği karşıtını çaresizce peşinden sürüklemiyor artık; tersine, onu kendi denetimine alıyor. İnsanlığın tümünü yönetirken, insanla kültür arasındaki kopukluğu da yönetiyor. Ezilenlere nesnel olarak dayatılmış kabalık, duygusuzluk ve darlık bile mizah alanında öznel bir virtüözlükle kullanılıyor. Aynı anda hem bütünleşmiş hem de uzlaşmazlıklarla dolu varoluşun en tipik göstergesi barbarlığın bu içerilişidir. Gelgelelim, denetimcilerin istenci bu noktada dünyanın istencini tanık gösterebilir: Onların kitle toplumu, müşterilere sunacağı bayağılığı üretmeden önce müşterilerin kendisini üretmiştir. Sinemaya, radyoya ve magazinlere oburca saldıranlar onlardı: Karşılığında vaat ettiğini vermeksizin onlardan alan düzen yüzünden içlerinde doyumsuz kalan her şey, gardiyanlarının sonunda onları hatırlaması ve açlıklarını da sağ elinde sakladığı ekmek yerine sol elinde tuttuğu taşlarla gidermesi için yanıp tutuşuyordu. Şimdi artık yaşlanmış beyler ve hanımlar, farklı bir şeyler de yapabilecekken, çeyrek yüzyıl boyunca, kalplerinin açlığını o kadar iyi hesap eden kültür endüstrisinin kucağına düştüler teker teker. Faşizmin iliklerine kadar çürüttüğü bir gençliğe serzenişte bulunmaya hiç hakları yok şimdi. Her türlü kültürel mirastan yoksun bırakılmış bu öznesiz kuşak, kültürün asıl mirasçısı.

97
Monad. — Birey, siyasal iktisadın, özellikle de kentsel pazarın biçimlerine borçludur billurlaşmasını. Toplumsallaşmanın basıncına karşı koyarken bile onun en özgül ürünü ve sureti olarak kalır. Direnebilmesini sağlayan o bağımsızlık damarı, monadolojik bireysel çıkardan ve onun çökeltisi olan kişilikten kaynaklanıyordur. Birey, kendi bireyleşmesinde, ne kadar dolaylı biçimde olursa olsun, sömürünün daha önce belirlenmiş toplumsal yasalarını yansıtır. Ama bu, bireyin bugünkü çürüyüşünün de bireysel etkenlerden değil toplumun eğiliminden çıkarsanmak zorunda olduğu anlamına gelir: Bireyleşmenin sadece düşmanı değildir bu eğilim, kendini onun aracılığıyla ifade ediyordur. Gerici kültürel eleştirinin radikal olandan farklılığı da bu noktada ortaya çıkar. Gerici eleştiri, bireyin çürüyüşüne ve toplumun bunalımına işaret ederken çoğu zaman keskin gözlemlerde bulunur, ama bu durumun ontolojik sorumluluğunu da yalıtık ve içsel bir şey olarak kendinde-bireye yükler; bu yüzden de inanç ve töz yoksunluğu ve derinlik eksikliği suçlamaları da söyleyebileceklerinin sınırını oluçturur: Bunları söyledikten sonra rahatça geçmişe dönerek avutur kendini. Huxley ve Jaspers gibi bireyciler, mekanik boşluğu ve nörotik zayıflığı yüzünden mahküm ederler bireyi; ama verdikleri hükmün vardığı yer, toplumsal bireyleşme ilkesinin eleştirisi değil, bireyin kendisinin feda edilmesidir. Yürüttükleri polemik, içerdiği yarım-hakikatlerle, hakikatsizliğin tamamıdır çoktan. Onlara göre, kişileri sadece kuşatmak ve çarpıtmakla kalmayıp ta içlerine, eskiden onların bireyliklerini de koşullandırmış o insaniliğin içine bile nüfuz eden bir sistem değildir toplum; insanların dolayımsız bir topluluğu olarak görüyorlardır onu ve bütün de bu insanların davranışlarının toplamıdır. Varolan durumun bu sadece insani yorumuyla, insanları gayri insaniliğe bağlayan kaba maddi gerçeklik de suçlanırken bile kabullenilmiş olur. Tarihsel düşünmeyi başarabildiği daha iyi günlerinde burjuvazi pekala farkındaydı bu tür iç bağlantıların: Doktrini yozlaşarak sosyalizme karşı ahmakça mazeretlere indirgendikçe bunları da unuttu. Jacob Burckhardt'ın Yunan uygarlığı tarihinin güçlü yönü, Helenistik bireyselliğin kuruyuşunu sadece polis'in nesnel gerilemesiyle değil, tam da o bireysellik tapıncıyla ilişkilendirmesidir: "Ama Demosthenes ve Phokion'un ölümlerinden sonra, kentte şaşırtıcı bir siyasal kişilik azalması görüldü; azalan, sadece siyasal kişilikler de değildi: Samos'a yerleştirilmiş Attikeli bir ailenin çocuğu olarak M. Ö. 342 yılındadoğan Epikuros, herhangi bir dünya-tarihsel öneme sahip son Atinalıdır." Bireyin yitip gitmekte olduğu ortam, aynı zamanda "her şeyin mümkün olduğu" bir azgın bireycilik ortamıydı: "Her çeyden önce de, tanrılar yerine bireylere tapınılmaktadır şimdi."1 Polis'in çöküşü sonucunda bireyin serbest kalışı onun direncini artırmamış, tam tersine bireyle birlikte bireyselliğin kendisi de despotik devletler içinde tasfıye olmuştu - bu, toplumu on dokuzuncu yüzyıldan Faşizme götüren bir merkezi çelişkinin de modelidir. Beethoven'in toplumdan gelen biçimler içinde çalışan ve özel duyguların ifadesinde çilekeşçe tutumlu davranan müziği, toplumsal çatışmanın yönlendirilmiş yankılarıyla çınlar ve bireyselliğin bütün zenginlik ve gücünü de bu çileci tutumluluktan alır. Richard Strauss'un müziği ise tümüyle bireysel iddiaların hizmetindedir ve kendine-yeterli bireyin yüceltilmesine adanmıştır, ama işte bu yüzden de bireyi pazarın bir alıcı organına indirgemekte, keyfi biçimde seçilmiş fikir ve üslupların taklitçisi durumuna düşürmektedir. Baskıcı toplumda bireyin özgürleşmesi, yararlı olduğu kadar zarar da verir ona. Toplumdan özgür olmak, onu özgürleşme gücünden de yoksun bırakır. Çünkü başkalarıyla ilişkilerinde ne kadar gerçek olursa olsun, mutlak olarak düşünüldüğünde sadece bir soyutlamadır birey. İçeriğini oluşturan her şey toplumsal olarak kurulmuştur; toplumu aşan bütün dürtüleri, toplumsal durumun kendini aşmasına hizmet eder. Mutlak bireysellik düşüncesinin kökeninde yer alan Hıristiyanlığın ölüm ve ölümsüzlük doktrini bile, insanlığı kapsamaya yönelmeseydi eğer, içi boş bir kabuk olarak kalırdı. Mutlak ölümsüzlüğü isteyen ve sadece kendisi için isteyen tekil insan, bu sınırlamayla, "yaşamını yitiren, onu koruyacaktır" buyruğuyla dizginlenen o sağkalma ilkesini akılalmaz boyutlara çıkarmış olur sadece. Bireyin mutlaklaştırılması, toplumsal ilişkinin evrensel dolayımından -bir mübadele olarak, kendi aracılığıyla gerçekleşen tikel çıkarların da her zaman sınırlanmasını gerektiren bir dolayım- en kuvvetli olanın iktidara el koyduğu bir dolaysız tahakküm düzenine geçildiğini de gösterir. Onu her şeye karşın toplumsal öznenin parçası kılan bütün dolayımların böylece bireyin kendi içinde de tasfıye olmasıyla, yoksullaşıp kabalaşan birey sadece bir toplumsal nesne olmaya doğru geriler. Birey, Hegel'deki anlamıyla soyutça gerçekleşen bir şey olarak kaldığında kendini de iptal eder: Kendi kaba ve sinsi çıkarlarından başka bir şey tanımayan insanlar, örgütlenme ve terör onlara yetişip önlerine geçtiği anda teslim bayrağını çekenlerdir. İnsanlığın süregiden izlerine bugün sadece çöküş halindeki bireyde rastlayabiliyorsak eğer, insanları yalıtılmışlıkları içinde büsbütün ezmek üzere bireyselleştiren yazgısallığa son verilmesi gerektiğini de anlamamız gerekir. Kurtancı ilke şimdi sadece kendi antitezinde yaşıyordur.

98
Vasiyet. — Diyalektik düşünce, mantığın zorbalığından yine onun kendi araçlarını kullanarak kurtulma çabasıdır. Ama bu araçları kullandığı için o da her an zorbalaşma tehlikesiyle yüz yüzedir: Aklın kurnazlığı, diyalektiği de sultasına almak ister. Varolan, ancak yine varolan düzenden türetilmiş bir evrenselin yardımıyla aşılabilir. Evrensel, varolan üzerinde egemenliğini yine varolanın kendi kavramına dayanarak kurar ve bu yüzden düz varoluşun gücü de onu çökerteninkine eş bir şiddetle hep yeniden dayatmak ister kendini. Tarihin devinimi gibi düşüncenin devinimi de. olumsuzlamanın mutlak yönetimi altında ve içkin antitez örgüsüne uygun olarak, hiçbir kuşkuya yer bırakmayan ve her türlü olumsuzluğu dışlayan bir amansızlıkla pozitifleşir. Her şey, toplumun aldığı biçimleri tarihsel olarak belirleyen başlıca ekonomik evrelere ve bunların gelişimine dahil edilir; düşüncenin bütününde, Parisli sanatçıların le genre chefd'oeu^re [başyapıt türü] dediği şeye benzeyen bir yön vardır. Felakete tam da böyle bir gelişimin kesinlik ve sıkılığının yol açtığı ve bu sıkılığın da tahakkümle bağlantılı olduğu gerçeği, eleştirel teoride, en hafif deyimiyle, açıkça belirtilmemiştir; o da tıpkı geleneksel teori gibi aşamalı ilerlemeye bağlamıştır kurtuluş umudunu. Sıkılık ve bütünlük, burjuvanın düşünsel idealleri olan zorunluluk ve genellik, gerçekten de tarihin formülünü kuşatır ve sınırlar; ama tam bu yüzden toplumun yapısı da diyalektik eleştiri ve pratiğin hedef aldığı o büyük, kımıldatılmaz, tantanalı kavramlarda bulur en yoğunlaşmış çökeltisini. Benjamin, bugüne dek hep yenenler açısından yazıları tarihin artık yenilenler açısından yazılması gerektiğini söylemişti, biz belki şunu ekleyebiliriz buna: Bilgi, zaferle yenilginin ölümcül biçimde doğrusal sıralanışını mutlaka temsil etmeli, ama bu dinamiğin dışında kalmış veya yana düşmüş şeylerle, diyalektiğin dışına kaçmış atıklar ve kör noktalarla da uğraşmalıdır. Yenilenler, iktidarsızlıkları içinde, zorunlu olarak konu dışı, tuhaf, önemsiz ve gülünç görünürler. Egemen toplumu aşan, geliştirdiği gizilgüç değildir sadece; tarihsel devinimin yasalarına tam uymayan bütün her şey de bu aşma sürecine katılır. Teori, çapraz kalan, ters, ışık geçirmez ve özümlenmemiş malzemeyle de uğraşmak zorundadır. Bu nitelikleriyle başından beri çağdışı bir özellik göstermiştir bu malzeme, doğru; ama tarihsel dinamiği atlattığına göre, büsbütün miadını doldurmuş da değildir. Sanatta hemen görülebilir bu. Alis Harikalar Diyarında veya Struwwelpeter gibi çocuk kitaplarının ilerici mi yoksa gerici mi olduklarını sormak saçma olur; yine de bu kitaplar, Hebbel'in trajik suçluluk, tarihin dönüm noktaları, dünyanın ve bireyin serencamı gibi resmi temaları konu alan yüksek tiyatrosuna oranla çok daha zengin tarihsel şifrelerle doludur. Satie'nin şımarık ve çocuksu piyano parçalarında da, bütün sıkılığına ve ardındaki müziksel gelişimin bütün duygusal derinliğine karşın Schönberg okulunun hayal bile edemeyeceği deneyim parıltıları bulunur. Ihtişamlı mantıksal çıkarımların hiç farkına varmadan taşralı bir görünüm alması nıümkündür. Benjamin de, yazılarında, büyük erekler tarafından henüz tümüyle görünmez kılınmamış şeyleri felsefı açıdan verimli kılmaya çalışıyor ve bunun için hep yeni yollar deniyordu. Bize bıraktığı vasiyet, böyle bir çabayı sadece düşüncenin yabancılaştırıcı bilmecelerine havale etmek değil, ereksiz olanı kavramların dünyasına sokmaktır: Aynı anda hem diyalektik olarak hem de diyalektiğe karşı düşünme yükümlülüğü.

99
Altın ayarı. —Dinsel normlarının çözülmesinden ve özerk olanlarının da biçimselleşmesinden sonra burjuva ahlakının elinde kalan kavramlar arasında en değer verileni sahiciliktir. Insana yöneltilebilecek başka hiçbir bağlayıcı talep kalmamışsa bile, en azından tümüyle olduğu gibi olması istenebilir. Her bireyin kendisiyle özdeş olduğu düşüncesinde olgusalın yüceltilmesiyle birlikte hakikatin çürütülmezliği postülası da Aydınlanma bilgisinden ahlak alanına aktarılıyordur. Bu düşünceye katılanlar da, geleneksel yargılardan ve idealist lafazanlıklardan içleri bulanan ve eleştirel bağımsızlıklarıyla ünlü o geç burjuva düşünürlerinden başkası değildir. Ibsen'in yaşayan yalanla ilgili -şüphesiz ihlal edilmiş- yargısı ve Kierkegaard'ın varoluş doktrini, otantiklik idealini metafıziğin başköşesine oturturlar. Sahici sözcüğü, Nietzsche'nin çözümlemesinde, her türlü tartışma ve kavramsal geliştirmeden muaftır. Faşizmin dönmüş ve dönmemış filozofları için de, otantiklik, bireysel varoluşun "dünyaya atılmışlığının" kahramanca direnci veya sınır-durumları gibi değerler, dinsel-otoriter duygusallığı en ufak bir dinsel içerik olmaksızın gaspetme araçları haline gelir. Bu tür düşüncelerin vardığı yer, yeterince arı ve saf olmayan her şeyin, demek Yahudilerın suçlanmasıdır: Richard Wagner, daha o dönemde bile, yabancı cürufa karşı halis Alman madenini savunmuş ve böylece kültür pazarının eleştirisini bir barbarlığı haklı çıkarma gerekçesi olarak kötüye kullanmış değil miydi? Ne var ki sahicilik kavramına dışsal değildir bu istismar. Yıpranmış giysilerinin sarkmakta olduğu şu günlerde, büyük muhalefet yıllarında gözlerden saklı kalan teğel yerleri ve yamalar da gün ışığına çıkıyor. Sahiciliğin dayanağındadır hakikatsizlik: Bireyin kendisinde. Eğer, Hegel ve Schopenhauer gibi iki zıt kutbun da farkına vardığı üzere, dünyanın seyrinin sırrı bireyleşme ilkesinde saklıysa, o zaman benliğin nihai ve mutlak tözselliği düşüncesi de özü çürürken bile yerleşik düzeni koruyan bir yanılsamaya kurban gider. Doğruyla sahici eşitlenemez. Gözünü kırpmadan kendi üzerinde düşünme çabası, Nietzsche'nin psikoloji dediği pratik, başka birdeyişle kişinin kendiyle ilgili doğruyu yakalama ısrarı - tastamam budur: çocukluğun ilk bilinçli deneylerinde bile, üzerinde düşünülen dürtülerin o kadar da "sahici" olmadığını tekrar tekrar gösteren. Her zaman bir taklit ve oyun öğesi içerir bu dürtüler, bir farklı olma isteği. Kişinin. kendisiyle ilgili toplumsal bir bilinç kazanmak yerine, tümüyle sağlam bir şeye, bir nihai varlığa değmek üzere kendı bireyselliğine dalması, tam da Kierkegaard'dan beri otantiklik kavramı sayesinde sözümona defedilen o sahte sonsuzluğa yol açar. Bunu hiç sözünü sakınmadan söyleyen kişi Schopenhauer'di. Varoluşçu felsefenin bu huysuz atası ve büyük spekülasyoncuların kötü niyetli mirasçısı, bireysel mutlakçılığın labirentinde herkesten iyi bulabiliyordu yolunu. Eriştiği sezgiye. bireyin Kendinde-Şey değil sadece görünüş olduğunu belirten spekülatif tez eşlik eder. "Her birey," diyor İstenç ve Temsil Olarak Dünya'nın Dördüncü Kitabındaki bir dipnotta, "bir yandan bilginin öznesidir, başka bir deyişle, tüm nesnel dünyanın varolabilirliğinin tamamlayıcı koşuludur, öte yandan da kendini her şeyde ortaya koyan o İstencin tekil bir tezahürüdür. Ama varlığımızın bu ikiliği, kendisi için varolan bir birliğe dayanmaz: aksi halde, kendi bilincimize, bilginin ve istencin nesnesi olan şeylerden bağımsız olarak, sırf kendimiz aracılığıyla ulaşabilirdik; oysa kesinlikle imkansızdır bu; böyle yapmaya girişip de bilme çabamızı içimize yönelterek tam bir öz-düşünüme varmaya çalıştığımızda, dipsiz bir boşlukta yitiririz kendimizi ve içinden bir sesin geldiği ama sesin nedenini içermeyen boş bir cam küreye benzemeye başlarız; kendimizi kavramaya çalışırken yakaladığımız şeyin tözsüz bir hayaletten başka bir şey olmadığını ürpertiyle fark ederiz." Böylece adını koyuyordu saf benlik denen o aldatıcı mit'in: Boşluk, hiçlik. Bir soyutlamadır bu. Kendini kökensel bir kendilik olarak, bir monad olarak sunan şey, toplumsal süreçteki yine toplumsal bir bölünmenin üründür sadece. Birey, tam da bir mutlak olarak, mülkiyet ilişkilerinin bir yansımasıdır. Biyolojik olarak bir olanın mantıksal açıdan toplumsal bütünden önce geldiği yolundaki kurmaca iddia bireyde bir dayanak bulur kendine: Toplumsal bütünden ancak zor yoluyla yalıtıldığı halde bireyin olumsallığı bir hakikat standardı olarak sunuluyordur. Sadece toplumla iç içe geçmiş değildir birey; varlığını da sözcüğün en düz anlamıyla topluma borçludur. Bütün içerikleri toplumdan ya da nesnesiyle ilişkisinden gelir. Bu ilişkiyi ne kadar özgürce geliştirir ve yansıtırsa o kadar zenginleşir; buna karşılık, bir köken olarak sahiplendiği ayrılma ve sertleşme onu kısıtlayıp yoksullaştırır. Kierkegaard'ın kendi içine çekilerek bolluğu orada aramasının ve benzer çabaların sonunda bireyin feda edilmesine varması ve tam da Kierkegaard'ın idealist sistemlerde karşı çıktığı o soyutluğa yol açması bir rastlantı değildir. Sahicilik, toplumsal baskının insana dayattığı monadolojik biçimi inatçı ve dik kafalı bir ısrarla sahiplenmekten ibarettir. Oysa kuruyup gitmemek için otantik olmamanın lekesini üstlenmek gerekir. Çünkü mimetik mirastan besleniyordur otantik olmayan. İnsani olanla öykünme arasında zorunlu bir bağ vardır: Bir insan ancak başka insanlara öykünerek insan haline gelir. Sahiciliğin rahipleri, aşkın ilksel biçimi olan bu türden davranışlarda, tahakküm düzenini sarsabilecek ütopyanın kokusunu alırlar. Nietzsche, düşünümüyle hakikat kavramına bile nüfuz edip de sahicilik kavramı karşısında dogmatikçe geri çekilirken tam bir Luther'cidir - hiç olmak istemediği şey; rol yapanlara karşı esip yağmaları da onu başaktör Wagner'de o kadar küplere bindiren anti-Semitizmin izlerini taşır. Wagner'e rol yaptığı için değil -çünkü başta müzik olmak üzere bütün sanatlar tiyatroyla ilişkilidir ve Nietzsche'nin her cümlesinde de Roma Senatosundan gelen bin yıllık retorik seslerin yankısı işitilir- rol yapmaya aktörce karşı çıktığı için kızması gerekirdi. Otantik olmadığı halde kendini gerçek diye satanı yalanla suçlamak yeterli değildir: Otantikliğin kendisi de, otantik olduğu anda bir yalan haline gelir: Kendi üzerinde düşünür ve kendini sahici olarak öne sürerken, el koymaya ve tutunmaya çalıştığı özdeşliğin ötesine çoktan kaymıştır. Bir ontolojik temel olarak söz edilemez benlikten; olsa olsa teolojik terimlerle, Tann'nın sureti olarak söz edilebilir. Benliğe sarılan ve teolojik kavramları bir yana iten kişi, çıplak çıkar demek olan şeytani pozitifin meşrulaştırılmasına hizmet ediyordur: O pozitiften bir anlamlılık halesi alır ve sağkalmacı aklın kumanda gücünü yüce bir üstyapıya dönüştürürken, dünyadaki gerçek benlik de Schopenhauer'in geriye bakarken fark ettiği şeye dönüşmüştür çoktan - bir hayalet. Bir yanılsama olduğunu sahicilik kavramının tarihsel içerimlerinden de anlayabiliriz. Özgün olanın türetilmişe karşı üstünlüğü fikrini içeriyordur bu kavram. Ama bu fikirde herzaman toplumsal lejitimizmle1 ilişkilidir. Her yönetici katman, bölgenin en eski yerleşiğinin ve en yerli sahibinin kendisi olduğunu öne sürer. Bütün bir içsellik felsefesi, dünyaya karşı sözde tiksintisiyle, ilk gelenin en büyük hakka sahip olduğunu savlayan o hunhar ve barbarca hikmetin yüceltilmiş biçimidir sadece; ve benliğin önceliği de, yaşadıkları yeri kendi evleri sayan herkesin önceliği kadar hakikat dışıdır. Otantikliğin şu eski physei ve thesei karşıtlığına -insan müdahalesinden bağımsız olarak varolan şeylerin yapay şeylerden daha iyi olduğu düşüncesi- başvurması da burada söylenenleri geçersizleştirmez. Insan yapısı şeylerin ağı dünyayı ne kadar sararsa, bu durumun sorumluları da kendi doğal ilkelliklerini o kadar tiz perdeden ilan ederler. Bireyci ahlakın son sığınaklarından biri olarak sahiciliğin keşfı, kitlesel sınai üretimin bir yansımasıdır. Çoğaltılmaz olanın gerçekten sahici olduğu düşüncesi, ancak milyonlarca standartlaşmış metanın kar amacıyla benzersizlik yanılsamasını yaydıkları bir ortamda doğabilir: Hem bu metaların antitezi olarak belirmiştir hem de onlarla aynı terazide tartılıyordur. Düşünsel ürünlerin otantik olup olmadığı sorulmazdı eskiden, özgünlük de Bach'ın çağında bilinmeyen bir kavramdı. Sahicilik sahtekarlığının kökleri, burjuvazinin mübadele süreci karşısındaki körlüğüne gider. Sahici şeyler, metaların ve başka mübadele araçlarının, en çok da altının indirgenebileceği şeylerdir. Ama tıpkı altın gibi sahicilik de kaliteli metalin orantısı olarak soyutlandığında bir fetiş haline gelir. Zemin olarak alınıyordur ikisi de, oysa toplumsal ilişkiden başka zemin yoktur. Altın da sahicilik de şeylerin satılabilirliğini, karşılaştırılabilirliğini ifade ederler sadece; onlardır, kendinde olmayıp sadece başkaları-için olanlar. Sahicinin sahteliği, mübadelenin yönettiği bir toplumda, yerini tuttuğu ama hiçbir zaman olamadığı şeyin kendisi olduğunu iddia etme ihtiyacından kaynaklanır. Sahiciliğin havarileri şimdi dolaşıma hükmeden güce hizmet ederken, paradan yapılmış duvaklarla süslüyorlardır o gücün iflasını.

Hiç yorum yok: